Sıkılmak bazen veya genellikle dışa vurulamayan bir yeteneğin huzursuzluğudur. Çoğu zaman asıl yapmak istediğimiz işten
uzak düştüğümüz için ne yaparsak yapalım can sıkıntısından kurtulamıyoruz. Yazarı siyasetçi, bilim adamını cumhurbaşkanı
olmaya çağırıyor devran. Sonuç ise toplumsal bir can sıkıntısı olarak ayaklarımıza dolanıyor.
Bırak hayal kurmayı denirdi, bırak hikayeyi, bir öykü için günlerce çalışana; hala da deniliyor hoş. Bütün kitaplar
yazılmış gibi gelse de bütün filmler çekilmedi, gençler bunun farkında. Geniş imkanları var sinemanın, eksik olanları
tamamlamada büyük bir imkan. “Sinema yapmak istemek, doğrudan doğruya sinemaya boyun eğilen yere, yani seyirciye gitmek
istemektir” diye tarif ediyor Marguerite Duras, Yeşil Gözler’de.
Başlangıcından itibaren pahalı yapım şartları nedeniyle kapitalistlerin niyetlerine bağımlı kaldı sinema yapma imkanı.
Zor, ayrıcalıklı, kolay ulaşılamayan sinema artık bir açıdan herkesin elinde. Çocuklar erken yaşlarda kamerayla
tanışıyor. Kamera yeni bir muaşereti de tanımlıyor. İnsana bakışta mesafeler ve sınırlar yeniden belirleniyor. Bu alanda
daha zorlayıcı bir döneme girdiğimiz muhakkak. Büyük prodüksiyonlara bağımlı olmayan sinemayı ayrıcalıklı kılan, yüreği
kavrayan senaryolar ve kendine has bir görme açısı.
Wallerstein’ın “belalı bir dönem” diye tanımladığı içinde bulunduğumuz “mevcut dünya sistemi ölürken yerine temelden
farklı bir başka sistemin geçmeye çalıştığı” dönemi sinema nasıl görüyor? “Farklı” denilen temelde ne kadar farklılık
gösterebilir acaba?
Birkaç yıldır çeşitli film yarışmalarında genç sinemacıların eserlerini izleme fırsatını buluyorum. Mesaj verme, dolu ve
anlamlı film yapma kaygısının filmi sıkıcı bir karmaşaya dönüştürdüğü denemelerin ardından yaşanan gelişmeyi izlemek
heyecan verici. Belgesel alanında çok daha başarılı yapımlar izliyordum ilk başta, kurmaca alanında ise dikkate değer
sayılı film oluyordu.
Bu yıl Genç Öncüler tarafından düzenlenen 2. Kısa Film Yarışması’nda jüri üyesiydim, İhsan Kabil, Abdülhamit Güler,
Dilek Karataş, Emre Konuk ve İsmail Kılıçarslan’la birlikte. Tema “Bireyselleşme ve Aile”ydi. Ön jüri elemesinin
ardından 30 film geldi önümüze. Bugüne kadar jürisinde bulunduğum yarışmaların hiçbirinde olmadığı kadar zorlandım.
Çalışarak başarı düzeyini yükselttiğini gördüğüm öğrencilerim de var yarışmacılar arasında.
Kurmacalar belgesellerden çok daha iyiydi bu kez. İlk beşe giren filmlere ilişkin notlarım şöyle:
Ercan Selim Öngöz’ün “Babaannemin Caz Tutkusu” isimli kurmacası, yaşlıların yalnızlığını klişelere başvurmadan ve umut
ilkesi konusunda karamsarlığa düşürmeden, seyirciyi hikayeye çeken bir atmosferle de destekleyerek anlatma başarısını
gösteriyor. Bahadır Kapır ve Ferhat Zengin’in ortak filmi “Mağrip”, ailenin modern dünyada yaşadığı dağılmayı, giderek
nüfus içindeki oranları artan yaşlıları tehdit eden Alzheimer hastalığına duçar olmuş bir babanın ortada kalmışlığı
üzerinden gerçekçi ve etkileyici bir dille anlatıyor. Fatih Aysöndü’nün kurmaca filmi “Hırsız”, elektronik araçların ve
dijital teknolojinin zamanımız ve hayat tarzımız üzerinde kurduğu baskıyı ironik bir dille konu alıyor. Acaba hırsız
gerçekte kim veya kimler? Bizleri adeta efsunlayarak “saatlerimizi çalarken” zamanımızı çarçur etmelerine göz yumduğumuz
ekranlar bir tür zaman/ömür hırsızlığı yapıyor değil midir… Hasan Erdoğmuş’un belgeseli “İsterdim”, görme engelli yaşlı
bir adamla ona göz kulak olan ablasının ıssız bir dağda ve bir hayli kıt imkanlarla verdikleri yaşama mücadelesinin
belgeseli, etkileyici sahneler ve diyaloglarla bizi o dünyaya dahil ediyor. İletişimin bunca yaygın olduğu bir çağda
muhtaç insanların kendi haline terk edilmişliğinin buruk soruları, gürültülü olduğu ölçüde steril hayat tarzımıza
yönelik bir sorgulamanın kapılarını açıyor. Ramazan Aygürt’ün filmi Dara Hınarê (Nar Ağacı) çocukluğun ekranlar
tarafından bastırılmaya direnen büyülü dünyasının renklerini ve seslerini masalın ısrarla eşlik etmeye çalıştığı bir
aile atmosferiyle birlikte, kuşatıcı bir dille vermeyi başarıyor.
Çoğu kısa filmin sergilediği en büyük sorun, bir yazarın da yaşadığı karmaşa: Bir öyküye roman sığdırmak, bir kısa filme
uzun metrajlı filmden öte, bir dizi sığdırmak… Sanatın aradığı şey sadece üç beş çizgi oysa, üç beş çizgide dile gelen
sorular. Bir acı yaşandığında neredeydin sen? Peki, başkalarını kendinden çok düşünmenin hikayelerinde yetişmemiş miydik
biz…
“Belalı dönem”in bir başka özelliği bu: Siyasetin söz labirentleri bütün söylemleri kuşatıyor, farkı görünmez kılıyor.
İmge yığınlarına boğuyor bu kuşatma bizi, kültür ve sanat alanında tüketici sıfatına mahkum ediyor.
Genç Öncüler Kısa Film Yarışması’na bu sene gelen filmler, bu konuda umutlu olacağımızı düşündürdü bana ve jüri üyesi
arkadaşlarıma. Gençlerimiz anlatılmamış hikayelerimizi fark ediyor. Anlatılmamış ne çok hikaye, çekilmemiş ne çok film
var!