Koyu bir Fenerbahçeli olan babası, takımının efsane oyuncusu Can Bartu’nun
ismini oğluna vermişti.
Medyaya ilk aşinalığı, çocukluğunun bir dönemini geçirdiği Basın-Yayın Genel
Müdürlüğü koridorları oldu. Şimdi emekli olan annesi burada çalışıyordu çünkü.
Yazmanın ne kadar büyük bir zevk olduğunu erken farketti.
Ankara Atütürk Lisesi’nden mezun olup, üniversite kapısına geldiğinde gelecekte
de mesleği olacak bölümü tercih etmiş ve kazanmıştı: Ankara Üniversitesi
Basın—Yayın Yüksekokulu Radyo—Televizyon Bölümü (1978). Günceli yakalamayan
üniversitedeki dersleriyle gazeteciliği öğrenemeyeceğini erken farketti. 2.
sınıftan itibaren Yankı dergisinde çalışmaya başladı. Meslekteki ilk hocası
bugün Türkiye gazetesinde yazan Mehmet Ali Kışlalı oldu. Kışlalı, o tarihlerde
derginin sahibi ve genel yayın yönetmeniydi.
Yankı’dan sonra Hürriyet gazetesinin Parlamento muhabiri olarak çalışmaya
başladı. Bu transferlerin arkası kesilmedi. Nokta, Tempo, Aktüel dergileri ile
Milliyet ve ardından Söz gazetesinde görev yaptı. Bütün gazete ve dergilerde
çalıştığını, artık bir tıkanıklık noktasına geldiğini düşünüyordu: “Yeni bir
şeyler yapamayacağımı hissediyordum.”
TELEVİZYON YENİ UFUKLAR AÇTI...
Sıkıntısı çok sürmedi ve henüz özel televizyonların bulunmadığı o günlerde TRT
kapısı açıldı kendisine. Ali Kırca, TRT Haber Dairesi başkanıydı ve Açıkoturum
adlı bir haber program hazırlıyordu. O da yapım yardımcısı olarak bu programda
yerini aldı. Yazılı medyadan görsel medyaya geçişte ikinci önemli hocasını da
bulmuştu: Ali Kırca. Ancak konuların hassaslığı sebebiyle Kırca ile olan
serüveni kısa sürdü. Ardından yine TRT’deki 32. Gün programına, bu kez muhabir
olarak katıldı. Yeni hocası ise Mehmet Ali Birand’dı. Bülent Çaplı’nın da
bulunduğu bu ekiple birlikte Demirkırat ve 12 Mart belgesellerini hazırladı.
Demirkırat’ın metnini o kaleme alıyordu: “Dünyada az rastlanır bir şeydir, bir
belgesel için iki yıl koşturmak. İğneyle kuyu kazar gibi didik didik tarihi
ortaya çıkarıyorsunuz. Bugün hiçbir televizyonun, gazetenin finanse edemeyeceği
bir şeydir bu.”
Ancak TRT’de bir haberi çarpıtarak yapması istenince kararı istifa olmuştu. 32.
Gün programıyla hem belgesel tecrübesi kazanmış, hem de son hocası M. Ali
Birand’dan çok şey öğrenmişti. İstifa ettiği günlerde 32. Gün ekibi de Show
TV’ye transfer olmuştu. Kendisini bu kadro içinde buldu.
Demirkırat Belgeseli’nden sonra kendi imzasıyla gerçekleştirdiği Sarı Zeybek ve
Aynalar belgeselleri, izlenmeyen, sıkıcı program anlayışına yeni boyutlar
kazandırdı. Çalışmalarının tamamının belgesel üzerinde yoğunlaşmasının sebebi
neydi? “Günlük haberlerden biraz kafayı kaldırıp olaylara daha geniş bir
düzlemden bakmak istiyordum. Sonuçta bunlar çıktı ve çok keyif aldım. Bir de
haber uçucu birşey. Halbuki belgesel kalıyor.”
Belgesel üzerine bilinçli yapılan bu tercihe rağmen yazı hayatını da ihmal
etmedi. 1.5 yıldır haftada iki gün Yeni Yüzyıl gazetesinde, iki yıldır da Aktüel
dergisinde yazıyor.
Demirkırat, Sarı Zeybek ve Aynalar hazırlanırken ne tür güçlükler yaşanmıştı?
Belgesel için ‘belge’ gerektiğinin altını çizerek, belgeye ulaşmakta yaşanan
zorluklardan sitem ediyor: “Biz kendi fotoğraflarımızı bile düzenli muhafaza
etmeyiz. Saklanan belgeler de kilit altında. Bir kenara atılmış filmleri hayata
döndürüyoruz. Bir bakıyorsunuz Atatürk'le Latife Hanım bahçede yürürken
kaydedilen görüntü Amerika'dan çıkıyor.”
BELGESEL, AMA BEKLENEN...
Belki bir şekilde belgelere ulaşılabilirdi ama onun mahareti; belgeleri
derleyip, bunları ilgiyle beklenen bir belgesel haline getirmekteydi. “Belgesel
deyince insanlar bugüne kadar sıkıcı şeyler anlamış. Hem bu önyargıyı yıkmak,
hem de belgesel anlayışına sadık kalmak zorundasınız.”
Kendisinin devam eden üç davası var. Son olarak geçen ay Yeni Yüzyıl’daki bir
yazısı sebebiyle açılan ‘Atatürk’e hakaret’ davasından beraat etti. “Elimizden
geldiğince dikkatli olmaya çalışıyoruz. Yasal sınırlardan önce kamuoyu önünde
mahkum olmamak gerekir. Önemli olan vicdani rahatlıktır” diyor. İnsan haklarının
ayrıma gelecek bir konu olmadığını vurguluyor.
HER TÜR KAMPLAŞMA ÇOK TEHLİKELİ...
Laik-antilaik veya başka isimler altında her türlü kamplaşmaları çok tehlikeli
buluyor. “Türkiye uzun yıllar konuşmadı. Konuşulmayan şeyler şimdi infial
halinde ortaya çıkmaya başladı” görüşünde. Sıkıntının diğer sebebini ise uzlaşma
geleneğimizin olmamasına bağlıyor: “Şiddetle sorunlarını çözme alışkanlığındaki
ataerkil bir yapıda, ilk defa birileri uzlaşmak diye birşey konuşur oldu. Bu çok
yabancı bir kavram gibi geldi. Şiddet devreye girdiğinde söze yer kalmıyor.”
İnsanların rencide edilmesine de, provoke edilmesine de karşı. Ancak bu konuda
kolay çözüme de inanmıyor. Ortak yaşam nasıl kurulur? Uzlaşma yöntemleri
nelerdir? Nereye kadar uzlaşılır? Bütün bu soruların derinliğine incelenmesi
gerektiğini düşünüyor.
Laiklik konusunu konuşurken önümüzdeki yıllarda hazırlamayı düşündüğü projeden
söz açılıyor: “Laiklik belgeseli hazırlamayı düşünüyorum. Ülkede bu kadar
konuşulan bir konu. Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde şimdiye 50 tane belgeseli
yapılırdı. Kim neyi paylaşamıyor? Nereden kaynaklandı? Niye bir tarif
getirilemiyor?”
Bir dönem kendi mezun olduğu okulda televizyon haberciliği konusunda ders verdi.
Sınıfında başörtülü öğrenciler de vardı. Genel uygulamaya ve diğer hocaların
tavrına göre bu öğrencilerin derslere alınmaması gerekiyordu. Ama o, böyle
yapmadı. Atılanlara anlatması gereken birşeyler olduğunu düşünüyordu. “Eğer ben
başörtüsü ile ilgili farklı düşünüyorsam, başörtüsü takanları okuldan atarak
değil, onlarla diyalog kurarak bir sonuca varabilirim. Benim ona, onun bana
söyleyeceği birşeyler var. Birbirimizi kendi yaşam alanlarımızın dışına iterek
bir yere varmamıza imkan yok. Geleceğimiz yer sadece daha ağır bir kamplaşma
olacaktır.” Daha sonra o başörtülü öğrenciler ziyaretine gidip teşekkür
etmişlerdi: “Oturup konuştuğumuz zaman birçok asgari müştereklerde
buluşabileceğimizi gördüm.”
MEDYA MI, KOMEDYA MI?...
Çalışmaların yoğunluğu sebebiyle yedi yıl süren doktora çalışmasına nihayet son
noktayı koyabilmişti. ODTÜ’de ‘Medya ve Terör’ konulu doktora tezini geçen ay
savundu ve doktorası kabul edildi. Doktora konusunun alt başlığı ise medyanın
terör olaylarını nasıl konu ettiğiydi. Çünkü teröristlerle yapılan röportajların
terörün yaygınlaşmasına sebep olduğu iddiası devamlı tartışılıyordu. Örnek
olarak Türkiye ve İngiltere’de yaşanmış iki ayrı olayı inceleyerek
karşılaştırdı. İngiltere’deki örnekte bir IRA üyesiyle yapılan mülakat ve
ardından gelişen olaylar inceleniyordu. Türkiye’den verilen örnekte ise 32.
Gün’de yayınlanan Osman Öcalan’la yapılan mülakat vardı.
Bir yıldır kendi kurduğu şirketi ‘Komedya’ ve 15 kişilik ekibiyle kendi ayakları
üzerinde durmaya çalışıyor. Komedya ismini ise medyanın halini ortaya koymak ve
dalga geçmek düşüncesiyle vermiş: Show TV’de 15 günde bir dönüşümlü yayınlanan
‘40 Dakika’ ile ‘Aynalar’ programlarını burada hazırlıyor. 15 kişilik ekibin
çoğu üniversitede ders verdiği talebelerden oluşuyor. O yüzden işyerinde çok
hoşuna giden hoca - öğrenci ilişkisi içinde çalışıyor.
İşleri oldukça yoğun. Hele programın yayını yaklaştıkça koşturmaca bir kat daha
artıyor. Eşi de bu ekipte çalışıyor. “40 dakikanın ilk yayınlanacağı haftanın
öncesi üç gün boyunca burada yattık. Bütün ekip dönüşümlü uyuyarak çalıştık.
Gerçekten deli gibi çalışıyoruz” diyor.