1986’da İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun oldu.
İsviçre’de radyo programcılığı ve sunuculuk yaptı. Ardından, “Yalnız Bebekler”
adlı ilk romanı İletişim Yayınları, “Mor Tecavüz” Gala Yayıncılık, “Doğu’nun
Çıplak Kadınları” adlı romanıysa Dünya Yayıncılık tarafından basıldı.
Romanlarının yanı sıra “Haremin Büyüsü”, “Bir Doğu Masalı Galata”, Anadolu’nun
Ana Tanrıçaları”, “Aktivist İslamcı Kadınlar” ve “Ana Dilin Kokusu: Bir Dilcinin
Öyküsü-Kaşgarlı Mahmud” gibi belgeselleri ve “Roz’un Sonbaharı” adlı sinema
filmini yapıp yönetti.
BÜKAK: Türkiye’de sadece belgesel sinemacı kadın değil, sinemanın diğer
alanlarında da ürün veren kadın sayısı çok az ya da bu kadınlar hiç görünür
değil. Siz bu durumun sebebini neye bağlıyorsunuz?
Handan Öztürk: Sinema, yazmak gibi tek kişilik bir eylem değil. Yüzlerce, kimi
zaman binlerce kişiyle muhatap oluyorsunuz. Ön prodüksiyon, prodüksiyon, post ve
vizyon gibi çok uzun bir süreci kapsıyor. Bu anlamda küçük bir Türkiye ile
muhatap oluyorsunuz. Ve günümüz Türkiye’sindeki yozlaşma, ilkesizlik, parayı
kap, işi bitir anlayışı maalesef burada da hakim durumda. Zaten prensipleri ve
örgütlenmesi oldukça zayıf bir alan. Bu nedenle “kim kimden ne kaparsa anlayışı”
üzerinden işler bitiyor. Bu yanıyla bir cehennem ve çok maço. Erkeklere oranla
kadınlar çok daha fazla acı ve problem yaşıyor. Bunu önce sen kişisel olarak
yaşamışsın diye düşünüyorsun ama piyasadan biriyle dertleştiğinde başka isimler
de veriliyor ve verilen örnekler maalesef çoğunlukla kadın. Demek ki kadına bu
alanda çok az yer var!
Üç başörtülü kadını anlatan bir belgesel film yaptınız ve bu film Avrupa’da pek
çok yerde yayınlandı. Neden özellikle bu üç kadını seçtiniz?
Yıldız Ramazanoğlu, Neslihan Akbulut, Gülden Aydın’la yaptım. Bu üç kadın da
İslam’ı referans alan kesimde çok önemli işler yapmış ve dogmaları çok önemli
ölçüde aşmış kadınlar. Benim için en önemlisi, iktidardan beslenen bir aktivite
içinden değil de kitlelerden gelmiş ve hala kitleyle bağlarını bu samimiyet
üzerinden götürmüş, iktidar rantını reddederek entelektüel bir yolculuğu seçmiş
olmalarıydı. Ayrıca yalnızca “kendine Müslüman” değil hakikaten insan hakları ve
“öteki”ler konusunda, demokrasi konusunda samimi bir sorgulama ve mücadele
içinde olmaları çok önemliydi. Çünkü artık İslam merkezli hareketin, iktidar ve
geniş kitleler ya da rant yiyenler ve “öteki”ler diyebileceğimiz bir ayrım içine
girmiş olduğunu hepimiz görüyoruz. Siyasi olarak argolaştırırsak beyaz
İslamcılar ve siyahi İslamcılar gibi… Bu benim için önemli bir ayrım!
Bir kadın yönetmen olarak bu kadınların filminin çekim sürecinde sizi etkileyen
şeyler oldu mu?
Tabii ki… Entelektüel olarak çok zenginleştirdiğini söyleyebilirim. İslamcı öncü
kadın arkadaşlar hakikaten önümüze çok önemli sorular koydular. Bu sorular bizi
özellikle Batılı yaşam tarzını sorgulamaya yöneltti. Bu türden çalışmalarda
insan ister istemez bu türden soruların yanıtlarına yoğunlaşıyor. Bu da düşünsel
anlamda bir yenilik ve zenginlik katıyor insana. Kavramlara dokunuyorsun,
sorguluyorsun ve yeni kavramlara ulaşıyorsun. Ayrıca fantastik bulacağınızı
tahmin ettiğim bir başka etkilenmeden de söz etmeliyim. Siyah çarşaf
görüntüsünün çağrışımlarının kırıldığı andan söz etmek isterim. Gülden Aydın’ı
Haliç vapurunda gri bir İstanbul fonunda çektik. O görüntüleri montajladığımda
siyah çarşafın görüntüye ne denli bir görsellik kattığını fark ettim. Resmi
inanılmaz estetikleştirdiğini. Bütün o siyah çarşaf göndermelerinin çok dışında
bir algılamaydı bu. Aslında belki de bedenimizi giysi anlamında bir sürü
ayrıntıyla (kol kesimi, düğmeler, yakalar, pantolon paçaları, kol biyeleri,
biritleri, fermuarları gibi bir sürü ayrıntı) boğmanın bedenimizi oldukça
yabancılaştırdığını, tek bir parça giysinin ona daha uygun olduğunu ve doğal
gelebileceğini düşündüm. Kısacası önyargıların bakış açımızı nasıl
körleştirdiğini fark ettim. Tabii bu algı giyim kuşam bazında insanları
algılamanın ve değerlendirmenin hâlâ ne kadar ilkel olduğunu bir kez daha
hatırlattı bana. Yüklediğimiz anlamlarla eşyanın görüntüsünü kirlettiğimizi ve
deforme ettiğimizi… Belki de ben soyut ve minimalist tarzı sevdiğim için böyle
düşündüm. Başkası da süslü, üst üste giyilmiş avangard bir giyim tarzını çok
estetik bulabilir.
Kadınlarla ortak çalışmalar yaptınız. Bu çalışmaların üretim sürecinde ne tür
deneyimler edindiniz?
Eğer bir yerde ortak bir savaş, ortak bir ideal varsa kız kardeşlik duygusunun;
ama eğer ortada bir rant, kariyer varsa tehlikeli bir kadın kıskançlığının hakim
olduğuna dair deneyimlere artık vakıf olduğum bir yaştayım. İki uçta yaşanıyor
yani. Hala kadınlar olarak savaşacağımız bir sürü konu var. Çünkü kız kardeşlik
duygusuna oldum olası daha yatkınımdır.