Bütün sanatlar gibi "sinema" da tasarım işidir. Bütün tasarım işlerinin bir de
"uygulama" aşaması vardır. Belki hiç bir tasarım uygulamaya tam olarak
aktarılamaz. Ama en başarılı tasarımlar en yüksek uygulama oranını
sağlayanlardır.
Sinemada "tasarım", "senaryodur. Kâğıt üzerinde tasarlanmamış film, "Laz
müteahhit işi" inşaat gibidir. Bina yükseldikçe tasarım geliştirilemez. Yani
film, kurguda oluşturulamaz. Çünkü kurgu bir süreçtir ve insan kafası, kurguda
oluşturduğu bölümlerin baskısına girer. Bu nedenle de ilk tuğlanın yerine
konulmasında, deklanşöre ilk basılmasında bile kağıt üzerinde var olan
senaryonun, yani tasarımın payı olmak durumundadır. Tasarımsız işe başlamak,
senaryo olmadan yola çıkmak, yönetmeni özgürleştirmez, tam tersine kafasında
yıllardır oluşmuş bulunan kalıplara zorlar. Anadolu'da eskiden "şip-şak"
fotoğrafçılar vardı. Kentin ya da kasabanın belirli bir yerinde, boyunlarında
makineyle dururlar, daha önceden tasarladıkları bir kareye yeni giren insanların
fotoğraflarını çekerlerdi. Fotoğrafı çekilen insanlar da o kantin karakteristik
bir yerinde fotoğraflarının çekilmesinden mutlu olurlardı.
Lâz müteahhitlik, şip-şak fotoğrafçılık aynı sonucu doğurmaktadır: Önceden hazır
kalıplara yeni içerikleri doldurmak... Ancak bu binalardan hangisinin dünya
mimari tarihinde yeri vardır. Ya da bu fotoğraflardan hangisi fotoğraf sanatına
katkıda bulunmuş ya da (fotoğrafı çekilen objenin unutulmazlığı dışında)
unutulmaz olmuştur?
Türkiye'de "Belgesel Sinema" bu açmazdan henüz kendini kurtaramamıştır.
Yapılmakta olan çekimlerin "senaryosuz" olarak gerçekleştirilmesi, bir tür "şip-şak"
görüntü toplama mantığıyla yapılmaktadır. Bütün ayrıntılarla filmin bütününü göz
önüne getirmeyince, tek tek görüntülerin amaca uygun olması değil, "avlanması"
söz konusu olmaktadır. Oysa avlama görüntülerden büyük bölümünün "kurguda ortaya
çıkabilecek" bütüne katkıları da olmamaktadır. Bu nedenle, yönetmen, kafasında
önceden bu yana var olan biçimi "tasarım" olarak kullanmakta ve yeni çekeceği
konuyu, kafasındaki birkaç formdan birine sokmak zorunda kalmaktadır. Toplanan
bu görüntülerden de ancak o formlara "mahkum" filmler çıkabilmektedir.
Oysa sinema sanatında "konu", "biçim" ve "söz" birbirinin bütünleyicisi olmak
zorundadır. Bunlardan hiç birinin var olan öbürüne sonradan eklenmesi olanaklı
değildir. Tasarım aşamasında "konu", "biçim" ve "söz", dahası "müzik" bile
belirlenmiş ve bütünlenmiş olmaz zorundadır. Ancak bu durumda "özgür",
"bağımsız", "kendi başına bir kişilik taşıyan" ürünler verme olanağı vardır.
Buna karşı Belgesel Sinema'nın "tasarlanamazlığı" öne sürülemez. Yaşamında bir
kez belgesel film çekmiş olan Abidin Dino'nun, en "tasarlanamaz" konuların
başında sayılan "futbol" alanında bile görselliğin tasarımını çizimlerle nasıl
yapmış olduğunu örnek olarak vermemiz gerekir.
Senaryo Sorunu
Tasarım aşamasında yeterince geliştirilmemiş bir film, yönetmenin kafasındaki
hazır kalıpları kullanmak zorundadır. Bu durumda bir yönetmen yaşamı boyunca
çekeceği filmleri hiç geliştiremeyecektir. Bugün Türkiye'de Belgesel Sinema
alanında görülen budur. Bütün yönetmenlerin kafasındaki formlar da aşağı yukarı
birbirinin aynı ya da çok yakın formlardır. Böylece hangi konu olursa olsun bu
formlara doldurulmakta ve niteliksel olarak birbiri ile aynı filmler
çıkmaktadır. Bunu yalnızca yönetmenin tembelliği, çalışkanlığı, kültürel
birikimi gibi özellikler bir oranda etkileyebilmektedir. Bu biçimiyle Türk
Belgesel Sinemasının bugüne değin verdiği hemen bütün ürünlerin neden hiç
gelişemediği de ortaya çıkmış olur. Bunlardan hiç birine "sinema" deme olanağı
yoktur.
Oysa her film konusu, yönetmeninin o sırada içinde bulunduğu kişilik yapısı vb
koşullara da bağlı olarak yeni ve başka anlatımlar içinde biçimlenir. Bu da her
filmin Laz müteahhit işi gibi birbirinin aynı olmasını değil, birbirinden farklı
kişilikler kazanmasını sağlar. Aynı ana-babadan doğan kardeşlerin bile
birbirinin aynı olmadığı dünyada yönetmenleri ayrı bile olsa birbirinin aynı
filmler yaratıyoruz.
Söz / Konuşma Sorunu
- müzik ve efektle birlikte SES sorunu -
Sorun, konuşmayı, montaj ve "zaman-imaj" "gibi büyük sinema düşüncelerini
baltalayan "konuşma"yı sinemanın dışına atmak ya da bir üst-dil olarak yeniden
dahil etmek macerasıdır aslında.
Ulus Baker
Tasarım aşamasındaki eksikliğin bir parçası olarak Türkiye'deki belgesel
yapımlarında "söz", senaryodan ayrı ve kurmaca filmdeki "diyalog" tarzında bir
"yapıştırma" yazım olarak ele alınmakta ve uygulanmaktadır. Bu durumda kuşkusuz,
görsellikle söz arasında oluşan uyumsuzluk, yapay bir şiirsellikle örtülmeye
çalışılmaktadır. Bu da yapaylığın ve yapıştırmalığın daha bir ortaya saçılmasına
neden olmaktadır. Kurmaca filmde, diyalog yazımında durum ayrıdır. Söylenecek
her şeyin tasarıma uygun olarak baştan saptanmışlığı söz konusudur. Diyalog,
günlük dili kullanma konusunda uzmanlaşan birinin tasarlanmış olan sözlerin
yazımında bu ustalığını kullanması anlamına gelmektedir. Oysa uygulanan
biçimiyle Belgeseldeki "söz yazımı", yönetmenin kendi yapmak istemediği bir işi
başkasına yaptırması olarak gerçekleşmektedir.
Sinema tasarımında "söz" son derece önemli bir yer tutmak zorundadır. Bir
tasarım raporu olan senaryo ile birlikte oluşturulması gerekir. Bu durum bile
bize anlatacağımız konuya "kurmaca" olarak bir sunucu katma olanağını / şansını
verecektir. Oysa Türk Belgesel Sineması, genel olarak, bir tasarım işi gibi
görülemediğinden sunucu kullanma şansını da kendiliğinden terk etmiştir. Bir
metne bağlı olmadan, çekim sırasında yapılan sunucu anlatımlarını dışta
tutuyorum, çünkü bu tür yapımlardan "sinema" yapıtı ortaya çıkma olasılığı hiç
bir şekilde yoktur.
Söz, eğer gerekiyorsa, görüntüyle yoğrulmuş, iç içe geçmiş olarak, birlikte
tasarlanmak tasarlanmak zorundadır. Resimdeki renk ile desen gibi birbirinden
ayırma olanağı olmayacak bir biçimde tasarlanmak zorundadır. Eğer görüntü yalnız
başına yetiyorsa söz kullanılmayabilmelidir. Müziği ve efekti de söz gibi
algılamak gerekir. Bunların hepsi, olmazsa olmaz biçimde birbirini bütünlemek
zorunda olmalıdır. Eğer yapıtımız sinema ise, birinin eksikliğiyle kesin bir
dağılmanın ortaya çıkması gerekmektedir. Bütünlük ancak böyle sağlanabilir.
Hamurun içinde suyun, unun ve tuzun artık birbirinden ayrılması nasıl
olanaksızsa "sinema" yapıtının bütünlüğünün içinden de "görüntü", "söz", "müzik"
ve "efekt" ayrılamaz. Dolayısıyla sonradan birine yazdırılamaz. Tasarım
sırasında senaryonun içinde var olmak ve birbiri ile kaynaşmış olmak zorundadır.
Bu durum, tuzsuz hamur, müziksiz film yapılamayacağı anlamına gelmez. Dahası,
hepimizin bildiği gibi tasarlanırken sözsüz ya da müziksiz, ya da efektsiz
filmler de tasarlanabilir. Dahası, bu hamura su yerine yumurta, süt vb
katılabileceği gibi anlatılacağa uygun olabilecek başka malzemeler de
katılabilir. Dahası biraz uçuk bir aşçının unsuz hamur deneyebileceği gibi uçuk
bir yönetmenin de görüntüsüz (ya da kurgusuz) bir film deneyebileceğini, buna
hakkı olacağını kabul etmemiz gerekir. Yeter ki tasarımını buna uygun olarak
yapmış olsun...
"Arkaik" Kavramı ve Türk Belgeselinde Arkaik Dönem
Arkaik yapılanma daha sonra düşünsel olarak oluşturulacak "kuram"a taban
hazırlayan, ama kuramı olmayan ve geleneksel olarak ustadan gördüğünü uygulayan
bir yapılanmadır. Arkaik dönemin aşılabilmesi için "Usta"nın üretiminin kuramsal
tabanı (olmasa bile) ortaya çıkarılır ve onula hesaplaşılır, olumsuz yönleri
ayıklanır, yeni bir bütünsel yapı oluşturulur ve yeni üretim bu yapı üzerinden
ortaya çıkarılır.
Doğal olarak ardıllar arasında düşünsel ayırımlar olacaktır. Bu nedenle de
geleneksel yapının eleştirilmesinde, yeni bütünsel yapının kurulmasında başka
düşünceler ortaya çıkacak ve birbirinden başka bütünsel yapılar oluşacaktır. Bu
durumda da o üretim (burada sanat) alanının içerisinde pek çok başka akım
bulunacaktır. Bunlar kendi bütünsel bakış açılarından birbirlerini
eleştirecekler, bu eleştiriler de görüşlerin kendi içinde gelişmesine ve
pekişmesine yol açacaktır. Öte yandan bu tartışmalar, o alanda yeni yetişenlerin
de kendi özgün bütünsel bakışlarını kurmasını sağlayacaktır. "İlerleme",
"gelişme", "değişme" kavramları bu aşamada yürürlüğe girecektir.
Her alanda bu ayrışmaların ve kuramsal çatışmaların olmadığı geleneksel döneme
arkaik dönem denir. Çıkarılan ürünlerin her alanda ürünü oluşturanın yalnızca
öznel yeteneklerini yansıttığı bir alandır bu. Biçimde savunulacak düşünsel bir
yapı yoktur. Bu nedenle tartışma da yoktur. Üreticiler birbirlerinin yapıtlarını
beğenmeseler de karşısında söyleyecek bir şey bulamayacakları için, eleştiriye
zorlandıklarında ya tümden dilsel yapılanmaya takılırlar, ya da içeriğin
doğruluğunu tartışırlar. Oysa hangi sanat alanı olursa olsun, düşünsel
bütünlükleri oluşturacak olan bunlardan hiç biri değil, anlatılanın üretenle
yoğrularak belirlediği dilin kendisidir. Bu dil inanılmaz öznellikte olabilir ve
hiç ardıl bırakmayabilir, ya da ardında kuyrukluyıldız gibi akımlar oluşturarak
gelişip yol alabilir. birinci yola örnek Necatigil'in ya da Ece Ayhan'ın şiiri,
ikinci duruma örnekse Nazım Hikmet'in şiiridir.
Türk belgeselinin arkaik dönemden çıkması için ilk adım, Türkiye'de bu alanda
ilk profesyonel belgesel yönetmeni olan Suha Arın'ın kuramsal ve estetik
yapısının düşünsel bir yapı olarak ortaya çıkarılması ve eleştirilmesi,
ayrıştırılması (analiz), yeni yapılanmalar için alınacaklarla alınmayacakların
seçilerek yeni düşünsel yapıların oluşturulması (sentez), sonra da bunlara uygun
filmler yapılmasının gereğidir.
Türk Belgeseli'ni Sabahattin Eyüboğlu'dan başlatırsak, Suha Arın'a değin geçen
döneme düzenli bir Belgesel Sinema deme olanağımız yoktur. Çok iyi niyetli,
içeriği çok doğru, anlatılacak şeyi bir de belgeselle anlatmayı amaçlayan
çalışmalardır, ama arkaik dönemin başlangıcıdır. Akad'ın "Orman" belgeseli gibi,
ya da Abidin Dino'nun "Goal" filmi gibi yapıtlar, yine piyasa zorlamaları ile
yapılmış iyi niyetli ama pek çok açıdan örnek alınması gereken çalışmalardır.
Ardından gelen Genç Sinema için de önemli olan yine "içerik"tir. Bu kez politik
olmalıdır...
Ardından gelen Suha Arın, 1973 yılından başlayarak her konuda belgesel çekmeye
başlar. Kimi zaman Antik Anadolu, kimi zaman İstanbul'un su dizgesi, kimi zaman
yozlaşmaması ve yıkılmaması gereken Safranbolu Evleri, kimi zaman da Toros
Tahtacılarının yaşamı ya da Kula'da üç günlük bir düğündür. Dahası, kimi zaman
da Mimar Sinan ve yapıtları, Anadolu'da yapı geleneği ya da bir yontu ustasının
çalışmasıdır.
Suha Arın, ilkin sinemacıdır. Konuları sonra gelir. Eyüboğlu'dan bu yana gelen
arkaik yapılanma, konuya göre sinemayı seçme özelliğindedir. Oysa, Arın, önce
sinemacı olmayı seçer, konu arkadan gelir. Üstelik bütün filmlerinde
"ilginç"likleri araması, sinemasal yapıyı da "ilginç" kavramı üstüne oturtması,
ardından gelenleri (ki bir bölümü ya öğrencisi, ya asistanıdır) kolaycı bir yol
olarak çekmiştir.
Türkiye'de bugün belgesel sinema, Suha Arın'dan aldığı bu kolaycı yoldan akmakta
ve bir yönetmen Suha Arın karşıtı bile olsa, aynı bakışla konusunu
"ilginç"leştirme yolunu kullanmaktadır. Bu bağlamda da sinemacı usta Suha
Arın'la kuramsal bir hesaplaşma ortaya çıkmamakta, çıkamamaktadır. Çünkü
filmlere hangi kişisel özellikler katılırsa katılsın, Suha Arın'dan gelen
"ilginç olanı arama", "ilginç değilse ilginçleştirme" bağlamı değişmemektedir.
Son otuz yılda Türkiye belgeselinde çok az yönetmen, çok az sayıdaki filminde,
bu kolaycı ve gücünü kolaycılığından alan tutumun dışına çıkabilmiştir. Bu yazı,
çatışma yaratmayı değil, yalnızca dönüp kendimize bakmayı ve gelecek kuşaklara
böyle bir bakışın da olduğu açılımını yaratmayı amaçladığı için burada bu
filmlerin hangileri olduğu konusundaki düşüncemi söylemeyi gerekli bulmuyorum.
Bu ölçütler kullanılarak bakıldığında seçilmesi zor olmayacaktır.
Türkiye, belgeselde, ilk filmin çekildiği 1956 yılından bu yana henüz "arkaik"
olmaktan çıkamamıştır. Bunun olabilmesi için her belgeselcinin, ya tek başına
kendisinin, ya da içinde bulunduğu bir grubun belgesel sinemaya kuramsal bir
bakışının var olması ve bu bakışı birbirlerine karşı savunuyor olmaları
gereklidir. Bu savununun ilkin kendinden önce belgesel sinemacı saydığı
yönetmenlerle başlamasına gerek vardır. İlkin şu andaki duruma bakılırsa ilkin
Suha Arın sinemasıyla kuramsal bir hesaplaşmaya girme zorunluluğu vardır. Bu
olmadığı sürece Türkiye belgesel sineması arkaik yapının dışına çıkma konusunda
zorlanacaktır.
(Bıyık gibi, videocuların çalışmaları gibi örneklere de değinmek ve onları bu
tutumun dışında tutmak gerekiyor)
Tasarım Üzerine
Düşünceyi özgürleştiren şey…
Kağıt üzerine yapılan tasarım…
Kağıt üzerine tasarım yapılmayınca dünce özgür değil. Daha çok pratik önde…
Uygulama önde… Uygulamanın zorlamaları. Uygulamanın getirdiği yanlışlar, itmeler
kakmalar… Düşünsel yapıda büyük “kurulamama”lar, “oluşturulamama”lar yapıyor. Bu
yüzden, söz gelimi, bütün mimarlar binayı yapmaya baştan bir ana tasarımla, bir
ana hatla girmiyorlar, mutlaka en küçük ayrıntısına kadar… tasarımı sonuna kadar
götürüyorlar. Ondan sonra yapıma giriyorlar. Çünkü düşünce uygulamada değil,
kağıt üzerinde özgür…
Sinemada da, hangi alanında olursa olsun, yapılabilen bütün yerlerde, eğer “şu
anda” oluşan bir olay gerçekleşmiyorsa, eğer tasarlanabilecek herhangi bir şey
varsa, yani eğer elinize kamerayı alıp da, kamerayla yola düşüp de bir anda bir
olayla karşılaşmadıysanız… Söz gelimi futbol maçında, spor müsabakalarında bile
tasarım yapmak, yani senaryo yazma olanağı vardır. Senaryo, tasarımın kendisi,
raporudur. Bu yüzden özgür düşünce için, uygulamanın düşünce tarafından
yöneltilebilmesi ve yönlendirilebilmesi için, düşüncenin, uygulamanın sınırları
içinde boğulmaması için mutlak ön-tasarıma, masa başı çalışmasının son noktaya
kadar götürülmesine gerek vardır.
Tasarımın son noktaya götürülmesi, uygulamanın tasarımı hiç etkilemeyeceği
anlamına gelmez. Uygulama, elbette yapılan, varılan son nokta çalışmalarında
bazı oluşturamamışlıklar oluşturabilecektir. Ancak bu tasarımın yapılmamasını
gerektirmez.
Kağıt üzerinde bitirilen bir film ancak sinema olabilir. Ancak bir yapıtın
ortaya çıkabilmesi için filmin başlangıçta kağıt üzerinde bitirilmesi gerekir.
Eğer bitirilmiyorsa, ortaya çıkan yapı, gerçekten aynı koşullarda ortaya çıkan
Lâz müteahhit işi yapılara benzeyecektir.
Yazım Tarihleri
Tasarım Ve Senaryo, Eski ve 7 Temmuz 2003
Senaryo Sorunu, 2 Temmuz 2003
Söz / Konuşma Sorunu, 7 Nisan 2003
"Arkaik" Kavramı ve Türk Belgeselinde Arkaik Dönem, 29 Kasım 2003
Tasarım Üzerine, 2 Aralık 2003