Birbirimizi anlamadığımızı düşünmüyorum. Ama, öncelikle, beraberce sizin de
önerdiğiniz gibi kafa yoralım, meseleye:
1- Sanat eserinin bir fiyatı olması kapitalizme özgü bir durum değildir.
Öncelikle, ücretit oluşmasının çok daha uzun ve farklı toplumsal sistemleri
kapsadığını kabul etmemiz lazım. Bu şunun için önemli: Çünkü, çoğu arkadaş
kapitalizmde sanat eserinin ücretlendirilmesini neredeyse "tiksindirici" olarak
tanımlarken, bu durumun yüzlerce ve hatta binlerce yıldır süregeldiğini çoğu kez
unutuyorlar.
2- Dolayısıyla, sorunun ne olduğu tam olarak anlaşılamıyor.
Evet, telif hakları ile ilgili bence, sanatçının kendi eseri üzerinde özgürce
karar almasını engelleyen sorunlar var.
Evet, kapitalistler sanat eserine meta değeri esas alarak yaklaşıyorlar.
Evet, sanat eserinin fiyatının piyasa tarafından belirlenmesi, sanatçının ve
sanat eserinin toplumsal yaşamdaki yerini büyük ölçüde belirliyor ve burada
kurulan zinciri herhangi bir noktasından sanatçı yararına kırmak gerçekten zor
görünüyor.
Evet, para için sanat eseri üretmek ile, sanat eseri ürettiği için para kazanmak
aynı şeyler değildir.
3- Sanatçıya, sen üret ama biz sana ürettiğin eserden faydalanmamız karşılığı
olarak herhangi bir ödeme yapmayacağız, demek de bir anlamda, farklı bir boyutta
da olsa, sömürü sistemine sanatçıyı mahkum etmek demek oluyor.
4- Sanatçının kapitalist koşullara mahkum olmasına karşı çıkan her fikir,
sanatçının hayatını nasıl idame ettireceğine dair bir görüş ortaya koymalıdır.
Ama, 70'li yıllardan beri, Türkiye'de bu konuda yazılan hiçbir makalede,
sanatçıyı nasıl koruyacağına dair bir öneri yoktur.
23.11.2008 tarihinde Ömer Tuncer <imece@tr.net> yazmış:
Diyorum ki:
Piyasa ekonomisi, arz talep dengelerine göre kurulur ve ürünü belirler.
Oysa sanat yapıtı, değeri, arz-talep dengelerine göre belirlenebilecek bir ürün
değildir diyorum.
Arz talep dengelerine göre belirlenirse sanat yapıtı olmaktan çıkar ve "piyasa
malı" olur...
Bu da "sanat yapıtı" olma özelliklerini yitirmesi demektir diyorum ve piyasa
ekonomisi dışında bir çözüm bulunması gerekir diyorum.
Aristokrat toplumlar bu çözümü buluyor; proleter toplumlarda da çözüme yönelik
uygulamalar var. Ancak tam oturmuş değil. Bu konuda düşünmeyi, çalışmayı ve
toplumda baskı gırıpları oluşturmayı öneriyorum.
Sanırım bu kez anlatabildim.
Ayrıca BSB'nin "fahiş" taleplerde bulunduğuna ilişkin bir bilgim yok.
Saygılar,
Ömer Tuncer.
imece@tr.net
omer-tuncer.blogspot.com
----- Original Message -----
From: "Ali Rıza Özkan" <alirizaozkan@gmail.com
To: <belgeselciler@yahoogroups.com
Sent: Sunday, November 23, 2008 5:29 PM
Subject: Belgesel Sinema, Sinema ve her türlü sanat yapıtının metalaşması
üzerine...
BSB şu anda akıl almaz bir şekilde fahiş telif taleplerinde bulunuyor.
Televizyon camiasından biliyorum, bunu. O nedenle, Ömer Tuncer'in yazısı ütopik
olmaktan öte, gerçek hayatta karşılığı farklı bir versiyonla yer alan bir duruş.
Bence, absürd ötesi. Sanat üreticisi, hangi alanda olursa olsun, ürettiği sanat
ürününden faydalanmak isteyen kişi veya kurumdan isterse bir ücret talep
edebilme özgürlüğüne gene kendisi sahiptir. Bu hakkını kullanır veya kullanmaz.
Sanat ürünü ile metalaşmış ürün arasında varsayılan farklılık temelde şu ön
yargıya dayanıyor: Ekmeği yiyebiliyorum. Ama, sanat ürünü "zevk işi"dir.
Dolayısıyla, zevk işine para vermek, özellikle entelektüeller arasında hoş
karşılanmadığından ve hatta etik bulunmadığından, sanat ürününe para ödemek de
bazı aşırıya giden arkadaşlar tarafından etik dışı olarak bile tanımlanabiliyor.
Doğru mu bu davranış?
Tabii ki, hayır!
Emek ve ücret hakkında hiçbir bilgisi olmayan, meseleyi sadece ürün niteliğine
vurgu yaparak çözdüğünü sanan ve kaba materyalizm bile diyemeyeceğimiz bir
duruşla sanat ürünü ile endüstri ürünü arasında hayali bir ayrım yaratan bu
arkadaşlar aslında, kapitalizm içerisinde bile yasal olmayan bir hırsızlığın
fikirsel öncülüğünü yapmış oluyorlar.
Sanat emekçisi de ürettiği ürünün karşılığını alacak. Sadece sanat üretimi ile
yaşamını idame ettiremeyeceği bir ortamın sanat emekçisi için üretmenin sonu
demek olacağını da ayrıca belirtmek isterim. Ürün ile fiyat ilişkisi kapitalizm
koşullarında gerçekleşmektedir. Sanatsal üretim sürecine sistem müdahalesi esas
olarak burada gerçekleşmektedir. Sanat eserinin fiyat oluşumu ile herhangi bir
sanayi ürününün fiyat oluşumu arasında sistem açısından bir fark yoktur.
Fiyatı piyasa belirlemektedir.
23.11.2008 tarihinde Ömer Tuncer <imece@tr.net> yazmış:
Sevgili Arkadaşlar,
Belki çok aykırı düşünceler olacak ama benim, yalnızca belgesel ya da sinema
yapıtlarının değil, her türlü yaratının bir piyasasının olması ve buradan
gelecek parayla geçinilmesi konusundaki görüşlerim şöyle:
1.. Belgesel olsun olmasın bir film (ya da herhangi bir yapıt) paylaşılmak için
yapılır ve paylaşıldıkça artar. Onu satmak tüketmeye götürür. Nitekim bizi de
"tüketilebilir mal"lar üretmeye zorlar. Bu da belgeselin yozlaşması sonucunu
doğurur. Bu yozlaşmanın en tipik örneklerini discovery gibi kanallarda
görüyoruz.
Kaldı ki, eski Kültür Bakanlarından Erkan Mumcu'nun yaptığı Telif Hakları
toplantılarında BSB olarak biz, kitaplardan yapılan fotokopilerle, devletin
kütüphaneleriyle korsanlık yapmakta olduğu biçimindeki yayınevleri tezlerine
karşı, bizim metinlere ihtiyacımız olduğunu, kitapların ancak kağıtlarının ve
ciltlerinin satılabilir olduğunu ve bunlardan para kazanmaya kalkmanın içindeki
metinlere ihanet olduğunu savunmuş ve bizim filmlerimizi isteyenin istediği gibi
çoğaltabileceğini söylemiştik.
2.. "Peki o zaman belgeselci (sinemacı) nasıl geçinecek?" sorusu da bu günkü
serbest ticaret ortamının sorusu. Yani insanların ürettikleri malları satarak
geçinebilecekleri mantığının sonucunda oluşmuş soru. Oysa "toplum" denilen şey,
sanat ürünleri üreten insanlarının da nasıl geçinecekleri, hem de çok iyi
koşullarda nasıl geçinecekleri konusunda çözüm üretmelidir. Belgesel için,
sinema için bu çözümü üretmesi gereken de biz değil miyiz? Bunu yapmayacaksak
neden varız. Piyasa müzikçilerinin bütün tüccarlıklarıyla ve itip kakmasıyla
oluşturulmuş bir telif hakları yasasının bizi de piyasa koşullarına itip
kakmasına seyirci mi kalacağız? Mutlaka çözüm üretmek üzere önce kendi aramızda
tartışmalar ve toplantılar düzenlemeli değil miyiz?
3.. Önceden bu konuda yazdığım küçük bir metni yeniden bilgilerinize sunmak
istiyorum:
"Sanat" ve "bilim" gibi insan üretimi "paylaşım ürünleri"nin satılabilirliği,
liberalizmin bir çelişkisi değil midir? Sanat da bilim de "emek üretimi" olmadan
önce "paylaşım ürünleridir. Emek üretimi satılabilir ürünler, karşılığında
başkalarının emeğini alabilmek için kendi gereksememizden ürettiğimiz
fazlalardır. Oysa "sanat"ı, "bilim"i satmak için değil, "paylaşmak" için
üretiriz. Bu eylemimiz, konuşmak gibi, ancak başkasına ilettiğimizde amacına
ulaşabilecektir. Sanat, "yaşamımız"ın, bilim, "merakımız"ın paylaşımıdır.
Bu durumda neyin "fazla"sını satacağız?
Liberalizmin, her şeyi "meta"laştıran çarkının insan karakterine uygun düşmeyen
en büyük açmazlarından biri her şeyi satılabilir olmaya zorlamaktır. Ama çürüme
noktalarının en önemlisi de budur.
Türkiye'de henûz tecimselleşmemiş olan "belgesel"i de liberalizmin eline
düşmekten kurtarmaya çalışmak gereklidir. Yoksa gitti gidiyor... Hollywood'un
"Kuşların Yolculuğu", "İmparator Penguenlerinin Yürüyüşü" gibi filmleri üzerine,
tecimselliği önde tutan sinemacılar(!)ımız da ortalara dökülüp büyük
yatırımlarla "Gelibolu", "Hititler" vb sözümona belgeselleri önümüze sürmediler
mi?
Şimdi bakıyorum da bunlar, "Bakanlık desteği" peşine düşmüş!.. "Piyasa" yeterli
desteği vermemiş anlaşılan!.. Şaşırtıcı!..
Sanatı, bilimi dolayısıyla belgeseli "geçim kaynağı" olarak gören,
"meta"laştıran, sinemacının burnuna "geçim" adlı ayıcı halkasını takan liberal
yapıya karşı durmanın yolunu, belgeselciler olarak, hep birlikte aramalı ve
mutlaka bulmalıyız.
Umuyorum ki, bugün değilse yarın, bilim insanları, sanatçılar, özellikle
sinemacılar İran'da olduğu gibi, ürünlerini "meta"laştıran yapıya karşı örgütsel
düzeyde savaşım verecekler, kendilerini liberalizmin tüketici dişlilerinden
kurtaracaklardır.
Şimdi bakıyorum da haklıymışım. Bizim alanımızda, Tolga Örnek, "Devrim
Arabaları" filmiyle "piyasa"ya dökülmüş, Can Dündar'ın "Mustafa"sıyla yarışıyor.
Biz yarışma yerine "dayanışma"yı istiyorsak, kendi alanımızda dayanışmanın
ideolojisini oluşturmak ve egemenlik savaşımını da örgütsel olarak vermek
zorundayız. Önümüze gelen şiddetli "çıkar akıntıları"nın bizi sürüklemesi, bizim
de ölümümüz olacaktır.