Komplo teorilerini severiz, çünkü hem bir türlü çözümünü bulamadığımız
sorunların bir 'peri sopası* dokunuşuyla çözüldüğü yanılsamasını gerçeğin
kendisinden daha gerçek kılar, hem de bu sayede omuz-larımızdaki sorumluluğu
alıp götürürler.
Bunun en ileri düzeyde yaşandığı alanın politika olması da hiç şaşırtıcı
değil... Komplo teorileri bize, seçim demokrasisinin yarattığı eşitlik ve
yönetime eşit oranda katılım yanılsamalarından çok daha sahici bir politik
yeniden-yapılanma olanağı sunar. Buna göre, yapılan tüm iyi işler ve yaşanan
olumlu gelişmeler bizzat tarafımızdan gerçekleştirilirken, tüm olumsuzluk ve
gerilemeler, ülkemizin iyiliğini istemeyen dahili ve harici düşmanlarımızın
eseridir. "İşte! İşte bu!" diyerek manik bir heyecan ve sevinç dalgasıyla
sarıldığımız bu tür komplo teorilerini tam da bu yüzden, yani aslında bir türlü
çözemediğimiz gündelik ve genel yapısal problemlere dair sorumluluğumuzu en aza
indirdiği için severiz.
Bizi komplo teorilerinin müşfik görünümlü hoyrat kollarına atılmaya sevk eden
çözümsüzlüklerin niçin çözümsüzlük olduğu, daha doğrusu niçin öyle algılandığı
ise, aslında tam da en büyük komplo teorisinin üretilebileceği bir başka
tartışma alanı gibi görünüyor.
Komplo teorilerini sevmemizin biraz daha felsefi temelli bir nedeni olarak
modernizmle bir türlü kaynaşamamamız gösterilebilir, modernizm öncesi akıl
üretim biçimlerinin neden-sonuç ilişkilerini hep 'aşkın olan'a doğru kaydırması
olgusunu bugün de yaşadığımıza göre...
Eğer hasta olduğunuzda bunun nedenlerini içkin düzeyde yani bedeninizde aramak
yerine aşkın olana, yani tanrısal gazaba, cadılık ve büyü faaliyetlerine ya da
nazara bağlıyorsanız uygulayacağınız tedavi de aşkın nitelikli olmak zorundadır.
Bu kısır döngüyü kırması beklenen modernizm ise ne yazık ki kendi handikaplarını
da işin içine katarak postmodern olarak adlandırılan yeni akıl üretim biçimini
ve beraberinde kendine has yeni 'aşkınlık'ları yarattı. Yaşadığımız dönemin
anahtar kavramlarından biri işte bu tümüyle anakronik 'yeni-aşkınlık'ta yatıyor.
Şimdi böyle bir dönemde, eğer yaşamınızı dönemin söylem biçimleriyle şekillendi-renlerdenseniz,
örneğin dinle olan ilişkinizde akıl çağının argümanlarını kullanamazsınız; yani
mesela açık açık ateist olduğunuzu söylemek ya da dinsel kurumların reform
ihtiyacından bahsetmek yerine, olguya aşkın-lık kaynaklı müdahalelerde bulunmaya
çalışırsınız. Çünkü artık tüm dünya, psikanalitik jargonda 'bastırılmışın geri
dönüşü'ne denk biçimde bir 'geleneksel olanın geri dönüşü'ne tanıklık etmekte,
dahası, büyük bir şehvetle teslim olmaktadır. İşte "Da Vinci Şifresi" gibi
romanların tüm dünyada kopardığı fırtınanın nedenlerini kitlelerin bu 'yeni-aşkınlık'la
olan ilişkilerinde aramak bu yüzden isabetli görünüyor.
Tabii bu komplo teorileri bazı toplumsal grupları 'yeni-aşkınlık' bağlamında
rahatlatırken verili kurumsal yapıyı da 'geleneksel aşkınlık' bağlamında son
derece rahatsız ediyor. Bu günlerde Vatikan, daha önce Bu-nuel'in "Bir Endülüs
Köpeği" ya da Scorse-se'in "Günaha Son Çağrı" filmlerine olduğu gibi "Da Vinci
Şifresi"ne de tepki gösteriyor, filmi izlememeleri için insanlara çağrıda
bulunuyor.
Fakat burada tuhaf bir şey var: Vatikan, Dan Brown'm "Da Vinci Şifresi"ne
göstermediği tepkiyi Ron Howard'm "Da Vinci Şifresine gösteriyor! Tuhaf diyoruz
ama, aslında son derece normal tabii: Dinsel düşüncenin kendini en iyi ifade
edebildiği linguistik alanı sembolik akıl üretir. Sembolik aklı besle-yense,
özellikle hıristiyanlık söz konusu olduğunda, tam da dinsel anlamıyla
ikonografidir ve günümüz ikonografisinin kendini tüm gönderge sistemleriyle
bulabileceği tek üretim alanı, sinematografidir.
İnsanın aklına ister istemez, Baudril-lard'ın "İkonlar aslında tanrının
varlığını göstermek için değil, ona dair imgeler göstererek yokluğunu gizlemek
için vardır." şeklindeki tesbiti geliyor ama şu gelinen noktada bunun da bir
anlamı yok. Burada varlığın ya da yokluğun gizlenmesi ya da görünür kılınmasının
ötesine geçildiği bir noktada duruyoruz:
Burada artık ikonların aşkınlığı çarpışıyor. "Günaha Son Çağrı", sadece
içeriğiyle değil aynı zamanda biçimsel uygulamasıyla da ikonların bildik
doğasını paramparça eden bir film olduğu için kilisenin ve hıristiyanla-rın
tepkisini çekmişti aslında... Kilise, kendince tanrısal olanı yine kendince
görünür kılmaya yönelik hıristiyan ikonografisinin şimdi "Da Vinci Şifresi"
aracılığıyla ve tüm resim tarihinin en ünlü yapıtlarından bazılarının da işin
içine girdiği bir komployla yaralanacağını, zedeleneceğini düşünüyor. Burada
artık 'aşkın' ikonografiye 'yeni-aşkın' bir darbe söz konusu ve Vatikan'ı da bu
korkutuyor galiba...
Uğur KUTAY
ugurkutay@birgun.net
Birgün, 20 Mayıs 2006