Darka belgesel izleme maceramız hakkında bir şeyler yazayım size. Benim için çok
faydalı oldu. Yaptığım kurguları yeniden kurdum hep ve yapacaklarım için önüm
açıldı diyebilirim. işimin hem kolaylaştığını hem zorlaştığını hissettim.
Otuzdan fazla belgesel izledim orada yerli ve yabancı. Yoğun bir izleme programı
ve her filmin arkasından 'evet ne dersiniz' tartışması. ilk önemle düşündüğüm
şey 'çok fazla belgesel izlememiz gerektiğiydi. İzlemenin önemiydi. Dünyada ve
ülkemizde insanlar ne yapıyorlar ve de nasıl yapıyorlar. Bu 'nasıl' işi kafamı
daha çok yordu aslında. Her şeyin üzerine gidebiliriz. Bir taşın ya da
savaşın. bizi 'otantik' (haydager) yapacak olan şeyin 'nasıl'a bulduğumuz cevap
olduğunu düşündüm. Bir üslup, tarz bulma meselesi her zaman bildiğimiz şey..ve o
biçimin o içerikten kopup gelen bir şey mi yoksa bizim içimizden kopup gelen bir
şey mi olduğu... İkisi de var, ikisi de gerçek. Bu bir çatışma alanı.
Doğu ile batı demeyeyim. Avromarika ve üçüncü dünya dersek; üçüncü dünya
belgesellerinde yoğun bir 'sinema verite' hissediliyor. Gerçek her zaman
ezilenlerin ihtiyacıdır ya. Biçimlerini o gerçek diye kamera (ayna) tuttukları
şeyden almışlardı ve o hayatları bize açıyorlardı. Biz o hayatları görüyorduk,
onlar bizimle konuşuyorlardı. Belgeselcinin oralarda bir yerde olduğunu
biliyorduk ama çok ince çok nazikti. Kendini öne çıkarmıyordu.üslubunu
'hikayelere ihanet etmemek ve kendiliğinden akması için toprağa ince bir çizik
atmak' gibi bir şeyin üzerine kurmuştu sanki. Avromarika örneklerde gözlediğim
şeylerden birisi .amcamın biri bir metin yazmış anababasının hayatı hakkında.
Metin akarken anababa bir takım durumlar içindeler, performans tarzında.veya
sünnet edilen kadın ağzından yazılan metin o kadının beden görüntüleri üzerine
okunmaktadır. Metni çıkarsan bir kurmaca film veya videoart kalır.olayı metni
ikinci ses okuyor vs. Bizim ursulanın video asseylerinin farklı dozlardaki
sunumları. Avrupa bu biçimi tam kendisine bulmuş... abi\abla ! herkes üçüncü
dünyayı çekiyor\çalışıyor. Üçüncü dünya kendini, avromarika üçüncü dünyayı. Bir
belgesel-i işgaliye'dir gidiyor. Efendim birisinde İsviçreli ablamız kıbrıs ve
meselesini halletmiş, bir Fransız Cezayirli, Amerikalı Filistinli, İngiliz
Kırgızistanlı, Çinli, İsviçreli Meksikalı, bir Alman ülkesinde sünnet edilen
Afrikalı sığınmacıyı, yine bir İsviçreli ülkesindeki bir Afrikalı aileyi konu
edinmişler örneğin. Ve bu filmlere büyük oranda 'melez' (baba üçüncü dünyadan
ana avrot) veya ikinci kuşaktan sanatçılar (bizim angela, hito, ertan, veya thomas
gibi üçüncü dünyada yaşayan misyonerler etc.) aracılık ediyorlar. Üçüncü
dünyanın hikayeleri batı pazarına sürülüyor.
Bu durumlar beni hikayemi nasıl anlatacağım yanında kime anlatacağım mevzusunun
önemine getirdi. Tehlike büyük .bütün yollar hikayemizi onlara, avromarika ya
anlatmamız üzerine kurulmuş durumda. Sanat otoriteleri, fonlar, bienaller, küratörler,
Avrupa'da gösterilmenin,ödül almanın getirileri, her şey. Projelerimizi verirken(
ne yapacağımızı), kurgumuzu yaparken (nasıl yapacağımızı) aslında onlar
belirliyor. bir İran filmi vardı mesela güzeldi. Kadınlar hakkındaydı. Ama
hikayenin İran'da yaşayanlara anlatılmadığı o kadar belliydi ki... Otantizm,
geleneğe vurmalar, oryantalist her şeyle şişirilmiş film. Avrupa'dan fon almış
bir filmdi. Şimdi ben de aynı fona başvurdum. Pek şansım olmamasıyla avunuyorum.
İran sineması mesela bu tuzağa düşüyor yavaş yavaş. Bizde neyi görmek istiyorlar
ve göstermek? Kendi durdukları yeri (dünyanın merkezi) güçlendirecek şeyler.
Geçen okuduk. Fransız bir kadın PJA gerillaları ile kandil'de belgesel çekti.
Amsterdam da ödül aldı. Bu hikaye kime kim tarafından anlatıldı niçin? Fransız
belgeselci bir kürt aile ile tanıştı akrabası pja'da. Hikayeyi duydu ve
heyecanlandı. Epeydir ülkesinde konu kabızlığı çekiyordu. Hemen kandil'e koştu.
İyi cesaret. Sonra o hikaye, yaşandığı coğrafyanın üzerinden uçakla geçerken
Amsterdam'a , aşağıda o hikaye yaşanmaya devam ediyordu hala.lafı uzatmayayım.
Düşündüm ki, kendi hikayemizi kendimize anlatalım. Öyle kuralım. Bu hikaye
onlara da bir şey söylüyorsa varsın baksınlar. Mesela Yılmaz Güney öyleydi.
Bizim hikayemizi bize anlatmıştı. Ama onlar alıp gittiler sonra. Timescapes
çalışması bu durumun neresinde duruyor bakmak lazım gelir. Ama bakın işte
Berlin'e bizim hikayelerimizi istiyorlar. Para edermiş. Bu avromarika merkezli
duruşla mesafemiz n'olacak? Bu proje bu mesafede konumlanabilecek mi? Bu geç
kalmış bir soru mu?
Yerli filmlerde ise yaygın şikayetlerim; özensizlik üzerine daha çok. Şıpsevdi
kurgular, kafaruh yorulmamış. Bakış ve Müthiş bir üslup meselesi..kazım Öz'ü
sevdim 'dür'(uzak) adlı Kürtçe filmiyle.. başka hiçbir film dişime dokunmadı.
Saten bazılara TRT filmiydi, kahretsin, izlemek bile zulümdü.
Son olarak “bu filmleri belgesel yapanlar seçmese” diye düşündüm. Çünkü
bazılarını acayip kıskandım.