Özgün sinema anlayışından, filmlerinin başarısından, ödüllerden söz edecek olsak
'övgüyle esir alınamayacağı'nı söyleyip itiraz eden bir yönetmen var karşımızda.
Yönetmen Zeki Demirkubuz, 'Konjonktür sinemacısı değilim. Vicdanım, mantığım,
ufkum var. Hakikat peşindeyim.' diyor.
Buna rağmen belirtmek gerekiyor ki ilk filmi "C Blok"tan itibaren sürekli
kendini geliştiren, yenileyen Zeki Demirkubuz sinemasının, Türk sineması içinde
çok özel bir yeri var. Altın Portakal'ın "En İyi Film"i "Kader" de bunun son
örneği. Yönetmen, 1996'da "Masumiyet"te anlattığı imkânsız aşkın doğuşuna
götürüyor seyirciyi. Bunu yaparken 'sanat' adına hiçbir yapaylığa prim
vermeyişi, öyküyü daha da güçlendiriyor ve adeta tepeden tırnağa kesif bir acı
kaplıyor insanı. Detaylar, Gezici Festival esnasında yönetmenle Kars'ta
yaptığımız söyleşide.
"Masumiyet" ve "Kader"deki öyküye 15 yaşında şahit olmuşsunuz. O zaman ne
hissettirmişti size ve yıllar sonra filme çekerken bir farklılık oldu mu?
İnsan değişse de aşk, kader gibi hiç değişmeyen duygular var. İlkokul zamanında
imkânsızlık, adanmışlık, teslimiyet üzerine seyrettiğim bir film bile bende
mesela "Kader"i yazarken hissettiğim duyguların uyanmasına sebep oluyordu.
Çocukken bir komşumuzun kocasına ihaneti konuşuluyordu mahallede ve o zaman bile
bende bugün hissettiğim şekilde bir his uyandırmıştı. Tabii bu insana göre
değişir, kimisi hiç etkilenmez. Onların etkilendiğinden de ben etkilenmem.
Bu farklılık 12 Eylül'e yaklaşımınızda da etkili sanırım. Çünkü siz, "12 Eylül
bende hiçbir duygu bırakmadı. O yüzden onun filmini yapmam." dediniz ve bu çok
tartışıldı.
Aynen öyle. 12 Eylül insanların gereksiz bir duygusallıkla algıladığı, bu yüzden
bir türlü doğru anlaşılamayan bir konu. Çoğu için 26 yıl önce 12 Eylül'ün anlamı
neyse hâlâ aynı. Ben 12 Eylül'de içeri giren birçok insandan daha çok şey
yaşamama rağmen bende bir duygu bırakmadı. Çünkü nedenlerini düşündüğüm zaman
anlayabiliyorum. Benim için acı; belirsizlikten, muğlaktan, anlaşılmayandan
gelendir. Anladığım şeyden korkmam; mesela işkence. Çok işkence gördüm; ama
bunun benim gibi babam gibi insanlar tarafından yapıldığını görmek o kadar büyük
bir şey olmamalı. Yoksa 12 Eylül'ü savunacak son insanım. Ama darbeciler,
işkenceciler meselenin bir yanı. Oysa bu ülkede mazlumlar hiç sorgulanmıyor!
Herkes 'öteki'ni sorguluyor. Ahlak, 'öteki'ni yargılamadan kendi sorumluluğunu,
hatasını, kötülüğünü görmektir. Ayrıca 'öteki'nin kötülüğü onu açıklar, bizi
değil. Bu ülkedeki her kötülükte herkesin suçu var. Bu yüzden 12 Eylül'ü,
işkencecileri günah keçisi yapmaktan kimseye fayda gelmez.
"Kader"e dönersek; "Masumiyet"in öncesini anlatıyor; ama bugünde geçiyor, neden?
Aslında 76-79 civarında geçmesi gerekiyor; ama bunun çalışması, sokakları,
kostümleri falan zorlayacaktı. Meseleme katkısı yoktu. Araçken amaç olma
tehlikesi belirdi; vazgeçtim. Bir de insanın manevi dertleri zamanla değişmiyor.
Bakıyorsun, 5 bin yıl önce yazılan 1001 gece masalları da aynı şeyi anlatıyor. O
günkü insanla 21.yy insanı aynı şekilde etkileniyor aşktan, korkudan; sadece
kostümler değişmiş.
"Masumiyet" için yönetmenliğimin, sinema dilinin oturduğu film diyorsunuz.
"Kader" nerede duruyor?
"Masumiyet" sezgilerimle, bir sinemacı gücüne sahip olduğumu gösterebildiğim
film diyorum. Sinema entelektüeli değilim, sinemayla, hayata bakıp bağ kurdum.
Bunun en yoğun görüldüğü film "Masumiyet"tir. "C Blok"u çekmiştim ama hiçbir şey
anlamamıştım. "Masumiyet"i çektikten sonra sevdiler, hayran oldular ama ben
böyle klişeleri sorgularım. Genellikle de kötücül bir refleksle! Daha çok
düşünmeye başladım; 'sinemacı' rolümden tutun da bir film çekmenin anlamına
kadar… Sonra "Üçüncü Sayfa"yı yaptım; "Masumiyet"te sezgilerimle becerdiğimi,
aklımla yapma arzusuyla oluştu. Değişiklikler var; kaydırmalar kalkmıştır, müzik
yoktur, kuru bir filmdir. Sonrasında "İtiraf" ve "Yazgı" da aynı insanın
filmleri olmakla beraber yaşadıklarımı yansıtan filmler. "Bekleme Odası" da
bunun doruğu. "Masumiyet" üzerine bir Zeki Demirkubuz konumlasaydım her şey
başka türlü olurdu. Ama yönetmen-seyirci ilişkisi böyle değil benim için.
Seyirci de sorgulanacak. Seyirciyi yadsımıyorum ama hangi seyirci? En kuşkucu,
en uzaktan bakan, en karamsar, en karanlık adam. Ben ona film yapıyorum.
Hikâyeleriniz, karakterleriniz 'bu kadar olmaz!' dedirtse de gerçekten
besleniyor aslında. Niye böyle algılanıyor?
Mesele bunlara gerçek hayatta rastlayıp rastlamamak değil. Hiç rastlamayız ama
gerçeklik duygusu yüksektir veya her gün rastlarız ama anlatırken hiç gerçeklik
duygusu yoktur. Mesela "Yazgı"daki Musa için "Böyle insan olur mu?" dendi.
'Olur' demem lazım ama ayıp geliyor, utanıyorum. 'Ben gördüm, var' demeyi
gururuma bile yediremem, 'Olmaz' der keserim. Herkes kendine sorsun.
Filmlerinizde kimse bile isteye kötülük yapmıyor; ama ortalık trajediden
geçilmiyor.
İnsan doğası böyle çünkü. Bir şekilde dünyaya gelmişsek ve bu hayat iyilikten
çok kötülükse, tatlı kadar acıysa -savunuruz veya karşı çıkarız ama- bunu
görmezden gelemeyiz. O yüzden Zagor'u iyilikle-kötülükle açıklayamayız. Evet bir
suçlu; ama bu defa suçsuzken arkadaşı için canını verdi mi? Verdi!
Herhangi bir filminizi seyredip o dönemin Türkiye'sini en gerçek, doğru haliyle
tanımak mümkün. Bunu ne kadar planlıyorsunuz?
Bu planlanmaz. Bu, sinemayı renk, dekor, kostümden ibaret görmeyip, sinema
yapıyoruz tribine girmeden, sırf gördüğünü bile geçirdiğinde kendiliğinden olur.
Hiç özel çabam yok. Ukalalık pahasına söyleyeyim: 50 yıl sonra birileri 90'ların
2000'lerin Türkiyesi'ni merak edip baktığında şunu görecek: Benim filmlerimde
Türkiye'ye dair daha somut şeyler bulacak. Ama neredeyse film yapma sebeplerini
bunun üzerine kuranların filmlerinde hiçbir şey bulamayacak. Shopenhaur der ki;
taşı gözümüzün önüne koyarsak bütün dünya taştan ibaret olur. Ama taşı yerine
koyarsak taş, bütünün parçası olur.
Siz bütün bu anlaşılmaz görünen tavırları, karakterleri anlamaya çalışıyorsunuz.
Bu çaba, uzlaşıyı getirir ama sizin kavganız hiç bitmiyor.
Tabii. Ben konjonktür sinemacısı değilim. Vicdanım, mantığım, ufkum var. Hakikat
peşindeyim. Bu da zamanlar, siyasetler, dinler üstü bir iştir. Mesela ben 12
Eylül'ü "Ecinniler"le anladım, kimse anlatamadı bana. Bu çok trajiktir. Birileri
12 Eylül'ü suçluyor, Kenan Evren, Hıncal Uluç da 11 Eylül'ü. Kendimizi bunlara
mı hapsedeceğiz? Ben taraf olmak zorunda mıyım?
"Beşiktaş'a aşkımın sebebi yok"
Nietzsche'nin dediği gibi, insan akıllı olduğu kadar akıl dışı bir varlıktır.
Benim de düşünerek açıklayamadığım şeyler var. Beşiktaş gibi; çünkü aşkın sebebi
yok. Evet, âşık vaziyetteyim. Bunun farkındayım, o yüzden benim durumum daha
trajik. Bazen gitmek de istemiyorum mesela maça ama beni aşıyor. O yüzden bunu
çok deşmeyelim! (Gülüyor)