Los Angeles'ta bir sabah... Trafik sıkışık, insanlar stres halinde. Küçük
çocuklar, yaşlı kadınlar, işine yetişmeye çalışan iş adamları, kısacası her
ırktan ve sınıftan insanın yer aldığı bir ülkede (Amerika'da) insanların tümü
kolektif bir bunalım yaşıyorlar. Daha sonra, bu insanlardan biri (Michael
Douglas) farklı birşey yapıyor; arabasından iniyor ve kendisini şehrin merkezine
atıyor. Çantası silah dolu olan bu garip adam, sırayla toplumsal yaşamın en
işlek duraklarına uğruyor ve kendisine 'hizmet etmeyen' insanları cezalandırmaya
başlıyor. Emekli olmadan önceki son iş gününü yaşayan polis Prendergast (Robert
Duvall) olayı araştırmakla görevlendiriliyor ve kapsamlı bir araştırma
başlatıyor. Ebb Roe Smith'in senaryosunu yazdığı, Joel Schumacher’in yönettiği
"Sonun Başlangıcı: Falling Down", Amerikan toplumunun vahşi yüzünü göstermesinin
yanı sıra, günümüz metropol yaşamını da gözler önüne sermesi açısından önem
taşıyan bir yapım...
Birçoğumuz George Simmel'in "Metropol ve Zihinsel Yaşam" adlı makalesini
okumuştur. İlkel ve modern insan tiplemeleriyle, insan zihnini sorgulayan ve
kasaba yaşamıyla metropol yaşamını karşılaştıran bu makalede Simmel, kitlesel
üretim alanları, sermayenin elde ediliş biçimleri ve mülkiyet gibi kavramlar
üzerinde de durur. İşte tam bu noktada, devreye modernizmin 'amaç' olgusu,
postmodernizm ile yerini 'oyun'a bırakır. Modern ve postmodern gibi kavramların
hala tartışıla geldiği günümüzde ise, metropol yaşam, tüm vahşiliği ile,
insanları alabildiğine içine çekmektedir. Vahşi yaşamı tanımak, sanıldığı kadar
kolay değildir. 'Falling Down'da William Foster (Michela Douglas), yıllardır
sahip olduğu işinden kovulduktan sonra, daha önce hiç deneyimlemediği bir yaşamı
deneyimleyecektir. Bu sırada, iç dünyasında çok önem verdiği 'aile' kurumunun da
dağılması, onu büsbütün yıkar ve artık o'na ve sistemin içinde 'olması
gerektiği' gibi durmayan her şeye karşı öfkesini püskürtür.
Los Angeles, Amerika'nın en yoğun ve gündelik yaşamın en hızlı yaşandığı bir
kent olarak; kültürel çeşitliliğin, sınıfsal farklılığın ve iyi-kötü,
doğru-yanlış, zengin-fakir gibi ayrımların keskin olarak yaşandığı bir yerdir.
Farklı uluslardan göç ederek orada yaşayan insanların, kendilerince edindikleri
alanları ise, aslında beyaz bir Amerikalının elini sürmesiyle yok bile
edilebilir. William Foster (Micheald Doulas), Koreli'nin dükkânına gelerek, onun
özel alanına resmen tecavüz etmesi ve "Benim ülkemde ne işin var? Benim ülkem
her zaman senin ülkene yardım ediyor!" şeklindeki söylemleri; 'öteki'ne duyulan
öfkenin yanında, metropol zihniyeti içerisinde: alan ve nüfus gibi kavramların
artmasının yanı sıra büyük kentlerdeki mülkiyet ve kozmopolitizm gibi
kavramların da yoğun bir biçimde hissedildiğini göstermektedir.
Metropol, birey için, sadece içinde yaşanılan bir yer değil aynı zamanda
yaşanılıp hareket edilen bir mekân haline gelmiştir. Modern kent yaşamı;
karşılaşma ve temalarla yabancıların meydan okumalarıyla donatılmıştır. William
Foster'in, arabasından indikten sonra eski karısı ve kızının yanına ulaşabilmek
için geçtiği tüm yerlerde, aslında tamda böyle bir 'karşılaşma-tanıma' vardır:
Gettolaşmanın arttığı göçmen mahallerinden geçerken yaşadığı şiddet
eylemlerinden, zenginlerin kendi hobileri için kiraladıkları ve bunun için para
ödedikleri mekândan geçerken bile; sürekli bir 'benim alanım-senin alanın';
"Burada ne işin var? Burası benim sınırım ve bu nedenle bana para vermek zorunda
kalacaksın!" şeklindeki imalar, mülkiyet kavramının aslında metropol mekanlarda
nasıl derin yaşandığını anlatır...
Kentsel yaşamın psikolojik şokları ve sürpriz yaşantıları da, filmde bizlere
sunulan farklılıklardır: Özellikle McDonalds'da çalışan ve müşteri arasındaki
sözde arkadaşlık ilişkisi, kent kültürü içerisinde bireylerin 'sözde
arkadaşlıkları'na vurgu yaparken; kişi/kişilerin de postmodern dönem içerisinde
'zamanın birer kölesi oldukları' vurgusunu da desteklemektedir. Çünkü William,
McDonalds'a saat 11.06 civarında sabah kahvaltısı yemek için gittiğinde;
çalışanın, "Üzgünüm, ancak kahvaltı saati:11.00'a kadar!" şeklindeki cevabı,
günümüzde zamanın ve mekânın sadece uluslararası alanlarda değil, yaşamımızın
her anında ve yerinde de kolonileştiğini vurgulamaktadır.
Film elbette metropol yaşam içerisinde, bireylerin yaşantılarını sunmasının
yanında; ırk, cinsiyet, iyi-kötü, öteki, erillik gibi olgular üzerinde de
durarak, 'olanın' bu şekilde olmaması gerektiğini de anlatır: 2 eşcinselin ırkçı
bir adamın dükkanından alışveriş yaparlarken karşılaştıkları 'ötekilik'
kimlikleri; dedektif Jones'un, dükkan sahibi tarafından maruz kaldığı 'gender'
tanımlamaları; William'ın polislerden kaçarken ünlü bir estetisyenin evine
sığınması ve orada 'iyilik-kötülük' gibi kavramları sorgulayarak, kendisinin de
düzgün bir Amerikan vatandaşı olduğu halde, işinden ve ailesinden olduğu gibi
bir 'loser-kaybeden' düşünceleri..., filmdeki diğer anlatılar olarak çıkıyor
karşımıza...
Hepimiz Modern Birer Tip miyiz?
Modern tip: egemen güce, tarihsel mirasa karşı kendi bireyselliğini ve var
oluşunu devam ettirmek ister. Değişimlere karşı kendine savunma olanı oluşturan
bir tiptir: William'ın da daha filmin başından itibaren elinde sopayla yürümesi
ve önüne çıkan tüm tehlikelere karşı kendince bir savunma oluşturarak,
haklarından gelmesi belki buna örnek gösterilebilir. Ancak zaman zaman içinde
bulunduğu durumu sorgulayarak, 'Kimim ve neyim ben o halde?' şeklindeki
düşünceleri; ailenin onun için hala aşırı önem taşıyor olması ve polislerden
kaçarken sığındığı bir evdeki karı-koca ve çocuklarına samimi bir şekilde
kendini anlatmaya çalışması hala, onun arada kalmış ama bundan dolayı belki de
sıkıntı duyan ve gündelik yaşam içerisinde de 'genel'e uyum sağlayamadığından
bocalayan ve şiddet dürtüsüyle hareket eden bir adama dönüştüğünü
simgelemektedir. Peki ya bizler?...
Beyaz adamın hakkından beyaz adam gelir...
William'ın bu şekildeki davranışları şehirde - her ne kadar insanlar şiddete
alışmış olsalar da - huzursuzluk yaratır ve elbette polis teşkilatı da bundan
rahatsızlık duyar. Ancak William'ın sorun çıkardığı yerler daha çok göçmenlerin
yaşam alanlarının olduğu yerlerken ve emniyet teşkilatında da o yerlere daha çok
göçmen polisler bakarken; bu sorunla Prendergast (Robert Duvall)'in ilgilenmesi
istenir: Aslında hem William'ın hem de Prendergast'ın birer ortak noktası
vardır: İkisinin de kızı ve eşleriyle problemleri vardır.
William, eşinden ayrılmış ve değer verdiği aile kurumu parçalanmıştır, kızını da
neredeyse hiç göremez olmuştur. Prendergast ise kızını yıllar önce kaybetmiş ve
bu nedenle de eşi psikolojik bulanıma girmiş; bu durum zaman zaman Prendergast'a
da yansır hale gelmiştir... Ve filmin sonunda: Prendergast, bir şekilde
William'ın izini bularak onu yakalar. William, eski karısı ve kızının
yanındadır. Hala tehlikeli ve ne yapacağı belli olmayan bu adamla konuşan
Prendergast, bir şekilde onu ikna etmeye çalışır. Tüm gün boyunca elinde
silahlarla etrafa korku saçan William'ın polis memuru Prendergast'ı da vuracağı
izlenimine kapılırız, ancak cebinden çıkardığı tabancanın kızının su tabancası
olduğunu görürüz: Aslında ölüme giderken, bir çocuk kadar masum ve tüm bunlar
'oyun'un birer parçasıydı düşüncesiyle film, son bulur...
Film, vahşi kapitalizm ve metropol yaşamın biz insanları ne hale sokabileceğine
dair önemli bir yapım. Thomas Hobbes'un deyimiyle; "İnsan, insanın kurdudur!"
söyleminin yanında metropol kentsel yaşam içinde paronayak bir ruhsal tutum
içerisinde yaşamlarımızı sürdüren bizler, derin kolektif kaygılar taşıyarak,
kent kültürü içerisinde William Foster gibi kaybolmamaya çalışıyoruz. Çünkü kent
yaşamında kavga, saldırganlık, yarışma ve kölelik vardır: Bu, New York'da da,
İstanbul'da da, Berlin'de de aynıdır....