Adana ve Antalya Film Festivalleri yaklaşıyor. Festival ön ve asıl (nedense
“büyük” denir!) jürilerinin seçimi ve çalışması her zaman sinemanın yakın izler
çevresi tarafından merak edilen bir konudur. Bu yazımda biraz magazinsel de olsa
bu konudaki geçmiş deneyimi yazmak istiyorum. (Amacım jürilerin kuruluş ve
işleyiş mantığı hakkında bilgi vermek. O yüzden mümkün olduğu kadar isim ve
tarih vermekten sakınacağım)
İlk jüri deneyimim yıllar önce bir ön jüride olmuştu. Şimdilerde böyle değil ama
o zamanlar hep ağır ve yaşlı sinemacılar veya resmi yetkililer jüri üyesi
olurdu. O yıllarda, ön jüri de olsam galiba festivaller tarihimizin en genç jüri
üyesi oldum. Okuldan mezun olalı daha birkaç yıl olmuştu. Aslında bir jüri üyesi
son anda işi dolayısıyla gelemediği için ben çağrılmıştım. Ama üyeliğime kimse
itiraz etmemişti, çünkü 1980’li yılların ortaların çıkan tek sinema dergisi Film
Market’in editörüydüm. Jüri başkanı da okuldan bir hocamdı. Sektörü güncel
olarak çok yakından takip ettiğim için, Hocam, “İyi ki sen geldin” diyor,
jürideki herkes jeneriklerdeki isimleri bana soruyordu. 35 filmi 12’ye
indirecektik. Oylama ve tartışmalardan sonra 11 film seçtik. 12. film için iki
aday vardı. Her iki filmin yönetmeni de aynıydı. Her iki film ana ödüllerde
yarışacak gibi gözükmüyordu. Jürinin de, hangisi gitsin, diye net bir fikri
yoktu. Ben, önerdiğim film için, “Onu gönderirsek, “Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü”
için yarışabilir”, demiştim. Onu gönderdik ve (rahmetli) Engin İnal o ödülü
almıştı. Olay kulağına gitmiş. Ödülü aldıktan sonra yanıma gelmiş, “Dikkatin
için çok teşekkür ederim” demişti.
Jüri üyesi seçimleri her zaman tartışmalıdır. Beş-on sene öncesine kadar jüriler
sinema kurumlarından gönderilen birer temsilciden oluşturulurdu. Bu festival
yönetimlerini rahatlatan ve dışarıdan “demokratik” bir yöntem gibi anlaşılsa da,
aslında pek de öyle değildi. Çünkü o yıllarda kurumlar içinde festivale yakın
olan kurum(lar) pekala da jürinin oluşumu ile oynayabiliyordu. O yıllarda
Bakanlık da festivallere1-2 kişi gönderiyordu. 90’lı yılların ortalarında
Adana’da ipin ucu iyice kaçmıştı. Jüri üyesi sayısı yanlış hatırlamıyorsam 13-17
kişiye kadar çıkıyordu. İşin tuhafı tüzükte, jüri üyeleri değerlendirme gününe
kadar kendi aralarında filmler hakkında konuşamazlar, diye tuhaf bir madde de
vardı. Tabi bunu uygulamak mümkün değildi.
Bu (demokratik!) yöntemin en büyük sakıncalarından birisi, bir kurumdan gelen
temsilcinin, (örneğin yönetmen, yapımcı veya oyuncu) temsilcisi olduğu kurumun
diğer üyeleri tarafından jüride bir Truva atı gibi algılanıyor olmasıydı. Sanki
o temsilci yarışmada bazı filmleri manevi hamisi olmak zorundaydı! Şüphesiz
böyle bir şey olamazdı. Ama bu yüzden de büyük bir gerilim olurdu. Herkes böyle
düşündüğü için de jüriler Adana ve Antalya’da hep ayrı bir otele alınırdı.
Sektör insanları jüri ile bir araya geldiğinde, ya juri onlara mesafe koyar, ya
da sektör insanları dedikodu olmasın diye, göz önünde jüriye yaklaşmazdı.
Ön jüriler genellikle İstanbul’da film seçer. Yıllar sonra bir kez daha Antalya
için ön jüride olmuştum. Asıl jüri çalışırken biz de davetli olarak Antalya’da
idik. Jüri başkanı (rahmetli) Ünsal (Oskay) Hoca idi. Ünsal Hoca hem titizliği
hem de merakı yüzünden her seanstan sonra lobide beni bir kenara çekip,
filmlerin bütün kategorilerinde yarışanlar hakkında bilgi alıyordu. Sektörden
gelenler de aynı oteldeydi. Meğer herkes uzaktan bize bakıp, Hoca ile ne
konuştuğumu merak ediyormuş. Ünsal Hoca ile ne konuşulmaz! Ama biz o günlerde
daha çok “toprak kültürü” konuştuk. Hoca bana Bodrum’daki yazlığını, sebzeleri
nasıl haşerelerden koruduğunu anlatıyordu. Ben de çocukluğundan kalan anılarımla
ona katılıyordum! O’nun yanından kalkınca herkes (çaktırmadan) bana yanaşıp bir
şeyler sormaya çalışıyordu. Kimseye sebzeleri, danaburnu veya köstebekleri
konuştuğumuza inandıramıyordum!..
Jüri için kurumlardan birer üye istemenin bir sakıncası da jürilerin yazın
seçilmesi idi. Yazın herkes tatilde olduğu için jüri üyesi bulmak zor oluyor, bu
yüzden bazı kurumlar ortada kim varsa gönderiyordu. Bir diğer sakınca da “onore
edilen eski tüfek” üyelerdir. Kurumlar büyük bir iyi niyetle “eski tüfek”
üyeleri gönderiyor, onlar da sevinçle gidiyorlardı. Ama sinema da çok
değişmişti. Dolayısıyla diğer jüri üyeleri, onun “ne biçim film bu ya, siz
anladın mı bir şey!” demesini dinlemek zorunda kalıyordu. Hatta bu üyelerin bazı
ödül adları bazen jüriyi çıldıracak noktaya bile getiriyordu!
Jüriden durma alışkanlığı hala vardır. Oysa zaman değişti. Birkaç yıl önce
Adana’da herkes aynı otelde kalıyordu. O yılki jüri de kendisinden çok emin ve
ilk gün herkesin içine dağılıverdi. Herkes biraz şaşırdı ama en dedikodusuz
yıllardan biri oldu.
Jürilerin genel olarak iki tür çalışma tekniği vardır. Çoğunlukla “demokratik
oylama” yapılır. Diğeri ise, o ünlü filmin adından bir gönderme yaparak
söylersem “12 Kızgın Adam” tekniğidir. Burada bir üye yalnız kalsa bile, jüri
onun önerisini sonuna kadar tartışmaya açıktır. Katıldığım jürilerde çok
tartışma oldu ama bu teknik hiç kullanılmadı. Sanırım kimse göze alamıyor.
Mesela bir yıl Oscar’a film gönderen yaklaşık 25 kişilik bir jüride idim. Hem
jüri kalabalıktı hem de 42 film vardı. Başkan doğal olarak, herkes birer film
önersin, dedi. İlk oylamada 3 film açık ara diğerlerinde koptu. Demek ki bu üç
filmi konuşacağız, diye bir durum vardı. Fakat Başkan yine de ısrarla, “bu üç
film dışında ‘ille de benim önerdiğim film’ diyen varsa o üyenin konuşmasına
açık olalım mı?” diye oylama yaptı. Yöntemi herkes kabul etti ama bu imkanı
kullanan çıkmadı!
Kalabalık ve demokratik oylamalı jürilerde bazen öyle sonuçlar çıkar ki jüri
üyeleri bile şaşırır. Oysa sonuç ortaya çıkınca, itiraz edecek bir duyguya
kapılınır ama iş işten geçmiş gibidir. Gizli bir şeyler döndüğü için değil,
sonuç sadece “kendiliğinden” (yani ideolojik olarak) öyle olmuştur!
Jürinin kendini abluka altında hissetmesi bazen jüri üyelerini sürekli bir arada
olmaya da zorlar. Bu durumda, çevre gibi, jüri de kendi içinde bir baskı ortamı
geliştirir! Odadan yemeğe biraz geç insen, “neredesin ya?” denir! Bu durumda,
“birkaç yapımcı ve yönetmenle odamda konuştuk” diye bir espri bile yapamaz
insan! Toplu bir geziye filan gitmezlik hakkın neredeyse yoktur! Hatırlıyorum.
Bir keresinde Menderes Samancılar Antalya’da gelip kulağıma, “Ağa gel, kebap
yemeğe kaçalım” dedi. O, eşi ve ben, gizlice, otelin o lüks yemeklerinden kaçıp
kebap yemeğe gittik. Jüriye yakalanmamak için otelin önündeki beyaz arabaya
telaşla bindim. Fakat yolda sanki bütün yollar bize açılıyordu. İndiğimde fark
ettim ki araba emniyet müdürlüğünün bir arabasıymış. Meğer bir akrabası O’nu
kebap yemeğe davet etmiş, Menderes de beni yanına almış. O gece yemekte insan
kaçakçılığı üstüne yapılan bir muhabbet yıllar sonra bir senaryo yazımında çok
işe yaradı!
Şüphesiz jüriler lüks ağırlanıyordu ama resmiyet bizi en iyi kebap yapan
sokaktaki seyyar kebapçıya veya ayaküstü yenen tatlıcıya götürmeyi hiç
düşünemiyordu. Bizde okul çocukları gibi kaçıp gidiyorduk!..
Bazen de bilerek veya bilmeyerek jüri ağır bir mesai altına girer. İstanbul Film
Festivali’nde bir yıl Fibresci üyesi olarak ve mecburi olarak yerli ve yabancı
iki jüride oldum. Bu yüzden 15 gün içinde 45 film seyretmek zorunda kaldım.
Üstelik jüri yerli filmleri seyirci ile birlikte izliyordu. Ve ilk filmin
kadrosu, kulis için, biz salona girerken adeta bir koridor oluşturmuştu.
Diğerleri de ertesi matinelerde o ekibi aynen tekrarlayınca jüri çok
hırpalanmıştı. Her ne kadar yanlarında rehber olsa da, arada yabancı jüri
üyelerine de mihmandarlık yapmak bir başka (gönüllü edinilen) görevdir.
Resmi gezi programı da genellikle bilinen bir programdır. Fakat ben Adana
Hilton’un karşısındaki, eski çarşıya tek başıma kaçıp gitmeyi çok severdim. En
son, 4 yıl önce, “Manzarayı bozuyor, kaldırılmalı..” tartışması vardı. Çarşı
hala orada mı bilmiyorum. Ama ben oraya her gün sigara, vs. almak için
kaçıyordum. İlk bakkal bozması büfede sigara vardı ama ben o derme çatma çarşıyı
hep geçerdim. (Hala varsa gidin görün. Yılmaz Güney veya Umut’ta “Cabbar”
oralarda bir yerdedir!)
Her jürinin kendine özgü bir oluşumu ve öznelliği vardır. Hatırlıyorum, bir yıl
biz görece “gençler” ve “yaşlılar” arasında alttan alta bir sürtüşme olmuştu. Bu
bir anlamda da eski ve yeni sinema anlayışının çatışmasıydı. Bu yüzden yaşlı
jüri başkanımız, daha önce bize birkaç kez çok konuştuğumuzu söylediği için, bir
toplantıyı, “Eh gençler, hadi başlayın o zaman konuşmaya!” diye açtı. Ne olursa
olsun, jürideki bu tür negatif enerji birikimleri değerlendirmelere de yansır. O
yıl “12 Kızgın Adam” gibi olmasa da filmleri tek tek epeyce tartışıp ödülleri
belirliyorduk. Biz “gençler” büyük ödüller konusunda ağırlığımızı koyup ortadaki
kararsızları yanımıza alınca “yaşlılar “ sinirlendiler. Biz de açıkçası diğer
ödüller konusunda fazla asılmadık!
Jüride alttan alta biriken kutuplaşmalar, değerlendirmeler sırasında bazı
savrulmalara da neden olabiliyor. Mesela “Uzak” filminin başrolünde oynayan
Muzaffer Özdemir için böyle bir şey olmuştu. En İyi Erkek Oyuncu adayları için
konuşmaya başlarken bir üye çıkıp, doğal olarak, “Tabi ki Uzak’taki rolüyle
Muzaffer…” dedi. Herkes ilk anda ona “şüphesiz ki Muzaffer” diye öyle bir kafa
salladı ki, gören de sanki başka konuşulacak aday kimse yok sanabilirdi. Fakat
öyle olmadı. Daha sonraki aday yavaş yavaş biriken negatif enerjiyi de arkasına
alıp öne geçti. O rol de iyi bir performanstı (ama, bence en iyisi değildi.) Ben
en azından ikisinin yeniden konuşulacağını sanıyordum. Muzaffer unutulmuş
gibiydi. Ben de, “İyi ama az önce neredeyse herkes Muzaffer konusunda hemfikir
idik, İkisini yeniden tartışmayacak mıyız?” diye ortaya söyledim. Ama öfkesi
birikmiş “yaşlı” bir üye, “Ya O da ne yapıyor ki? Koltukta oturup duruyor!”
dedi. O kategori için oylamada çok azınlıkta kaldık. Ama Muzaffer o rolüyle
Cannes’de en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı! O zaman bizi desteklememiş bir üye,
o günlerde İstiklal Caddesi’nde bana rastlayınca, “O gün sizi dinlemedik ve
baltayı da taşa vurduk!..” dedi!
Bazen bazı filmlerde festivallerin yarışma tüzüklerini aşan enerjiler de vardır.
Mesela, “Sır Çocukları” filminde oyunculara zaten ödül vermiştik ama kalabalık
çocukların performansı da çok iyiydi. Özel ödülü “toplu” verelim, diye önerdim.
Jüri heyecanla kabul etti. Toplantıdan yönetime telefon ettik. Festival yönetimi
karar aldı ve o yıl sadece o filmin çocuk oyuncularına toplu bir özel ödül
verdi. Benzer bir olay da Pelin Esmer’in “Oyun” adlı belgesel filmi için
olmuştu. Tüzükte bir sınır olmadığı için, o belgesel film, dramatik filmler
arasında yarışmak için gönderilmişti. Festival yönetimi de kararı bize
bırakmıştı. Cannes’da yarışan “9/11” örneği ortada iken, biz de filmi
tereddütsüz yarışmaya kattık. Hatta filme bir de özel ödül verdik. Ama özel ödül
için para ödülü yoktu. Toplantıdan Başkan’ı arayıp o ödüle de “40 bin” lira ödül
verilmesini önerdik. Kabul edildi. (Hatta Başkan’la görüşen jüri üyesi
arkadaşımızın telefonundan Başkan’a jürinin alkışını bile gönderdik!) Son gece,
ödül heykeli, beraberinde para ödülü verildiği de söylenerek verildi. Bilindiği
gibi para ödülleri festivalden birkaç hafta sonra (hatta aylar sonra!)
veriliyor. Sonra duydum ki, Pervin Esmer’e “para bitti.” denmiş ve para ödülü
verilmemiş. Üstelik P.Esmer para ödülüne güvenerek, filmin post-prodüksiyonuna
bazı harcamalar da yapmış ve zor durumda kalmış!..
Jüriler ve kent/festival yönetimleri arasında bazen gerilimler de olur. Bir
seferinde, ödül dağıtım salonuna girdiğimizde, jüriye önden üçüncü sırada yer
ayrıldığını görmüştük. Çünkü kentin ileri gelenlerinden ön iki sırayı kapmıştı!
Hatırlıyorum, önde yürüyen (rahmetli) Erdoğan Tokatlı çok kızdı. O gün E.
Tokatlı’nın bir festival yöneticisine söyledikleri bir ders gibiydi. “Bakın.
Jüri demek, geçmiş ve geleceği ile bu kentin bizi buraya çağırıp, bizim adımıza
bu ödülleri belirle ve ver. Peki bu insanlar kim? Vali de olsa belediye başkanı
da olsa onlar geçici süre için seçilmiş yöneticiler. O yüzden bizi buraya davet
eden bu kent iradesinin arkasında oturacaklar” mealinde bir nutuk attı. Ve bize
sormadan, “Hemen bu işi çözün, yoksa jüri törene katılmayacak” dedi. Neyse, daha
salona yeni yerleşen davetlilere çaktırılmadan durum ayarlandı!..
Eskiden jüri olarak gittiğim kentlerde monoton komiklikler de oldu. Mesela vali,
belediye başkanı, vb.lerinin verdiği davetler veya akşam yemeklerinde, herkes
kendi adına, mutlaka yemelisiniz diye bize Adana Kebabı yedirmiş, bir hafta
sonra bütün jüri kabız olmuştu. Fakat büyük kentlerde itiraz edilen bu olay
Mardin’de hoş bir espri konusuydu. Orada, “yemeğe nereye gidiyoruz?” diye bir
soru yoktu! Başka şansımız yoktu ve şüphesiz yine “Kebapçı Yusuf Usta”ya gidecek
ve yine kebap-ayran yiyecektik! Ama kimse de buna itiraz etmiyordu!..
Yıllar önce Adana’da bir festival yöneticisi, “Bu yıl ilk olduğu için halk
jürisini çok dağınık insanlardan seçtik. Ama gelecek yıl onları şu şu demokratik
örgütlerden seçeceğiz” deyince, ben de “Aman ha, yine karışık seçin, yoksa o
dediğin yerlerden gelen insanlar şu şu gazeteleri ve oradaki şu şu sinema
yazarlarını okudukları için sonuçlar baştan belli olur” demiştim. Jüri seçimi bu
yüzden önemli…
Yazım, yukarıda da söylediğim gibi jürilerin seçimi ve işleyişi ile ilgili.
Fakat jüri seçimleri son yıllarda festivallerimizin küresel değişime paralel
olarak (başka bir yazı konusu!) da değişiyor. Fakat bazen ipin ucu iyice
kaçıyor. Bir sapma yıllar önce Antalya’nın neredeyse tüm organizasyonunu Türsak
Vakfı’na ihale etmesiyle oldu. O yıllarda (ön ve asıl) jüriler vakıf tarafından
belirlendi ve her yıl sonuçlara çok itiraz oldu. Antalya Belediyesi el
değiştirince vakıf uzaklaştırıldı ama küresel etkinin izleri kaldı. “Kırmızı
halı” onlardan biridir… Benzer şey (aslında!) birkaç yıldır Adana’da da
yapılıyor ama itirazlar şimdilik sektör içinde kalıyor. Bu cümlelerimin biraz
kapalı kaldığı söylenebilir. Evet, bunu uzun uzun yazmak gerekir. Ama bazen bir
örnek anlatmak bütünü anlatmaya yetebilir. Birkaç yıl önce, Antalya’nın
sonuçlarını çok merak eden bir öğrencimle bir masaya oturup, bir kağıda jüriyi
ve filmleri yazdık. Üç-beş dakika konuştuktan sonra bir liste çıkardım. Ertesi
gün gördük ki asıl ödüllerin çoğunu tutturmuştum. Öğrencim buna çok şaştı. Hatta
kuşkuyla karşıladı! Oysa küresel/bölgesel sinema beğenilerinin (bir anlamda
ideolojik) jüri seçme mantığı, seçilenlerin bunlarla biçimlenmiş sinema
anlayışları ve filmleri hakkında fikri olan birisi listeyi rahatça yapabilir.
Hiç kolay değil ama bilince kolay!.. Yoksa Avrupa festivalleri için ürettiğimiz
filmleri Oscar’a neden göndermememiz gerektiğini birbirinden ayıramayız!
Jüri olmak, bir araya gelen jürinin oluşumuna bağlı olarak, bazen keyifli bazen
de sıkıntılı birkaç gündür. Bazıları, “Oo, yiyip için film seyrediyorsunuz” dese
de hiç de öyle değildir. Her gün en az 2-3 film seyretmek, not tutmak, adil
olmak kaygısı, eleştirilere açık olmak, vb. şeyleri de göğüslemeye hazır olmak
demektir.
Hüseyin Kuzu
Not: Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, ticari amaç dışında,
dileyen herkes tarafından izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı
alıntılanabilir.