Karton kutuyla fotoğraf
Fotoğraf merakım ilkokul yıllarında başladı. Babam, gözü gibi koruduğu Zeiss
Ikon marka kutu fotoğraf makinesini köşe bucak sakladığı için ben, karton
kutulardan fotoğraf makinesi yapmaya kalkışmıştım. O yıllarda ilkokullarda fizik
dersi yoktu ama, kapalı bir kutunun önünde açılan toplu iğnenin başı
büyüklüğündeki bir deliğin görüntüyü kutunun arka duvarına ters olarak
yansıttığını, fotoğraf makinesinin de bu fizik kuralından yararlanılarak
geliştirildiğini biliyordum. Kasabanın, bir barakada çalışan tek
fotoğrafçısından yalvar yakar alarak gazoz şişelerine koydurduğum fotoğraf
ilaçları ve dışı siyah içi kalaylı kağıtlara sarılı fotoğraf kartlarıyla kız
kardeşimin fotoğraflarını çekmeye çalışırdım. Başarılı da oldum. Babam, o
bulanık fotoğrafları alıp arkadaşlarına göstererek benimle öğünmüştü.
Zeiss Ikon benim oldu...
İlkokul bitinceye kadar, başöğretmenin yeğeni Yılmaz’ın körüklü makinesiyle
fotoğraf çekerek avundum. İlkokulu bitirip Nevşehir’de ortaokula başlayınca da o
efsane Zeiss Ikon makine benim olmuştu. Film, kart ve ilaç paralarını babamdan
isteyebilecek durumda olmadığım için, hep okuldaki arkadaşlarımın fotoğraflarını
çekiyor ve onlardan para alıyordum. Çektiğim fotoğrafları karta basabilmek için
Rüstem Esensoy adındaki Kırşehirli sınıf arkadaşımla, tahtadan bir kutu yapmış
ve içine de 40 vatlık Osram marka bir ampul yerleştirmiştik. Adını Osman
koyduğumuz tahta kutunun üzerinde 9x12 cm boyutunda şase görevi gören, cam
takılmış bir delik vardı. Camın üzerine negatif filmi ve fotoğraf kartını,
onların üzerine de, filmle kart arasındaki boşluğu gidermesi için ağırlık olarak
üç beş kitap koyuyor ve Osram ampulü belli bir süre yakarak pozlandırma işlemini
yapıyorduk. Akşamları ve hafta sonları en çok zevk aldığımız uğraş fotoğraf tab
etmek idi. Ne yazık ki o günlerle ilgili hiçbir görüntü yok elimde. Kimlerin
fotoğraflarını çekmemiştim ki...
Niğde’deki yatılı lise yıllarım fotoğraftan çok resimle dolu dolu geçti. Hemen
bütün hocalarımın gönlünü resim yaparak fethettim. Daha öceki bir anımda da
yazdığım gibi, beden eğitiminden bile, öğretmen 19 Mayıs hareketlerinin anatomik
resimlerini çizdirdiği için derslere girmeden sınıf geçtim.
Fotoğraf bir tutkudur...
Yıllar sonra Ankara’da gazetecilik dönemim beni yeniden fotoğrafla buluşturdu.
TRT Haber Merkezi’nde çalışırken fotoğraf aşkım depreşti ve dönemin ünlü
gazetecilerinden Selahattin Sonat’ın Kore savaşlarında kullandığı, ahı gitmiş
vahı kalmış Ricohflex marka makineyi satın aldım. İşe, bir yaşındaki kızımın
fotoğraflarını çekerek başladım. Bu fotoğraflar çevrede çok sükse yapınca
tanıdıklar ve aile dostları çocuklarının fotoğrafını çektirmeye başladılar.
Derken, karımın bütün itirazlarına rağmen evin bir odası karanlık odaya
dönüşüverdi.
O oda, kısa sürede bana bir mabet gibi gelmeye başladı. İçeri girip kapıyı
kapattığımda başka bir dünyada buluyordum kendimi. Fotoğrafın bir tutku, insanı
baştan çıkaran bir duygu seli olduğunu o odada keşfettim. Karanlık odanın
kimilerine hiç de hoş gelmeyen o gizemli kokusu, daha kapıyı açar açmaz beni
içine alır, dış dünyadan koparır ve kırmızı yağlı kâğıtla sarılmış ampulden
sızan kırmızı karanlığın yarattığı iç gıcıklayıcı ortamla birlikte, biraz sonra
başlayacak tutkulu sevişmeyi müjdelerdi sanki...
Aslında, daha negatif filmi kutusundan çıkarırken genzimi yakmaya ve başımı
döndürmeye başlar, bromürün ve gümüş nitratın yanık kokusu. Anında güçlü bir
fotoğraf duygusuna dönüşen o kokuyu, yalnız benim duyduğumu düşünürüm. O sırada
yanımda kim olursa olsun, fotoğrafla tanışmamış, kendini onun gizemine
kaptırmamışsa, bu koku burnuna uğramaz, derisindeki gözeneklerden girip bütün
bedenini sarmalamaz ve bilincini esir almaz.
Makineyi yeni bir poz için kurarken, filmin sarılı olduğu makaranın çıkardığı
ses fotoğraf serüveninin başladığını haber verir, deklanşörün mekanik sesi ise,
hiçbir dahinin beceremeyeceği o ilahi müziği yaratırdı kulaklarımda. Karanlık
odada yeniden yaratılıp vücut bulacak olan varlık, fotoğraf makinesinin minik
karanlık odasında özüne indirgenmiş ve bromürle gümüş nitratın moleküllerine
sığınmıştır.
Karanlık odada ayin...
Serüven, karanlık odanın kırmızı karanlığında devam eder. Hemen hepsinin adı
Fransızca’dan gelen karanlık oda avadanlığı ve işleri sırayla hizmete girer.
Filmi, önce küvette ya da tankta banyo eder, fönle kurutur, agrandizörün
şasesine takar, negatif görüntüyü marjöre yerleştirdiğiniz fotoğraf kartına
yansıtırsınız. Bu defa kartın yüzeyindeki bromür ve gümüş nitrat molekülleri
emer görüntüyü; birazdan, küvette sakin sakin duran kirli sarı renkteki, metol,
sodyum sülfit, hidrokinon, sodyum karbonat ve potasyum bromür gibi
kimyasallardan oluşan eriyikte sırrını açıklamak için. Fotoğrafın, o eşsiz
duyguyu doruğa çıkaran sessiz ayini başlamıştır. Küvetteki yüzeyinde kırmızı
ampulün görüntüsü dalgalanan birinci banyoya, agrandizörde negatif görüntüyü
emmiş olan fotoğraf kartını dikkatle daldırır, hafif hafif dalgalandırmaya
başlarsınız. Ayinin en keyifli ve en heyecanlı aşamasıdır. Bir genç kız
portresidir örneğin fotoğraf kartına yansıyan görüntü. Önce göz bebekleri,
kaşlar ve saçlar belirlemeye başlar. O, gözlerinizin içine bakarak gittikçe
koyulaşan göz bebeklerini dudaklar ve yüzün bir yanına düşmüş Rembrandt gölgesi
tamamlar. Daha sonra dudakların uçlarındaki küçük kıvrımlar, gözleri
derinleştiren hafif gölgeler ve yüzü çevçeveleyen çizgiler oluşur. Fotoğraf
doğmuştur.
Profesyonellik ve portre fotoğrafçılığı
Kısa sürede işi büyütmüş, portre çekmeye başlamıştım. Konservatuvar öğrencileri
baş müşterilerimdi. Genellikle cumartesi ya da pazar günü randevuyla gelirlerdi.
Onları salondaki beyaz duvarın önüne alır, yüzlerini bir yandan pencereden gelen
gün ışığı bir yandan da karımın tuttuğu içi aynalı 500 vatlık ampullerle
aydınlatır, yüzlerdeki gölgeleri iyice yumuşatır ve kontrastı azaltırdım. Sonra
da bu yumuşak tonlu negatifleri 30x40 ya da 50x60 cm boyutunda, resim kâğıdına
benzeyen hafif tonlu ve grenli fotoğraf kartlarına basarken bir işlem daha
yapar, portrenin çevresini maskeleyerek yok ederdim. Sonuçta fotoğraf adeta kara
kalemle yapılmış resimden farksız hale gelirdi. Çoğu kimseyi, bunların fotoğraf
olduğuna inandırmakta zorlanırdım. O dönem konservatuvar öğrencisi olan Cihan
Ünal, Rüştü Asyalı, Atilla Olgaç, Ayşegül Atik (kızlık soyadı Arsoy’du)
anımsadıklarımdan birkaçı. Daha sonra, fuayelerde kullanılmak üzere fotoğraf
çektirmek isteyen, Devlet Tiyatrosu, Meydan Sahnesi ve AST’ın ünlü
sanatçılarından da portre müşterilerim arasına katılanlar oldu. Sema ve Nihat
Aybars, Mediha ve Çetin Köroğlu, Turgut Sarıgöl, İlyas Avcı yine anımsadıklarım
arasında... Ama ne yazık ki elimde onlarla ilgili bir tek fotoğraf bile yok.
Rembrandt ışığı
Gel zaman git zaman 1969 başında TRT’den ayrılıp Odak Reklam’ı kurunca gönlümce
fotoğraf çekmeye başladım. Altı ay kadar sonra bize katılan Oğuz Tığlı da
fotoğraf konusunda en önemli desteğim oldu. İşi tiyatro sahnelerinden fotoğraf
çekimine kadar geliştirmiştik. O günlerde Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara
bürosunda çalışan Fikret Otyam’ın fotoğraflarına hayrandım. Bir gün onu Odak
Reklam’a davet ettim. Beni kırmadı ve geldi. Duvarlarda asılı portreleri
dikkatle inceledi. Karakalem tarzındaki fotoğrafları eliyle yoklayıp gerçekten
fotoğraf olup olmadıklarını kontrol etti ve çok şaşırdığını söyledi. Sonra da
hiç unutmuyorum, Ayşegül Atik’in portresinin önünde durup uzun uzun baktıktan
sonra,
“Ulan puşt, bu Rembrandt ışığını nereden öğrendin sen?” dedi. O “puşt” sözcüğü
onun dilinde müthiş bir iltifattı. Fotoğrafları çektiğimiz makinelere baktı,
“Oğlum siz bu işi bitirmişsiniz; bu makinelerle bu foturafları (o, fotoğraf
demezdi) nasıl çektiniz lan? Gel benimle, sana harika bir makine vereyim de,
daha iyi foturaflar çek” dedi. Birlikte Cumhuriyet bürosuna gittik. O gün,
Rolleicord marka özel üretim fotoğraf makinesini, bana bir ödül verircesine, 150
liraya sattı. Verdiği bilgiye göre makine, Zeiss tarafından özel olarak üretilen
100 objektiften birini taşıyordu. Onunla, daha yumuşak tonlu, daha derinlikli ve
daha güzel portreler çekmeye başladım. İlginçtir, Nurhak Dağları’nda katledilen
Sinan Cemgil, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın portrelerini de o makineyle
çekmiştim.
Otyam sonradan makineyi bana sattığına pişman olmuştu; daha yüksek fiyata geri
almak istediğini söyledi ve uzun süre de ısrar etti ama, vermedim. Sonraki
yıllarda karşılaştıkça bu anımı anlatırım ve gülüşürüz. Hey gidi günler hey...
Şimdi, o gün onun alkışladığı Ayşegül Atik portresine neler vermezdim ki, işte
bizim geçmişe verdiğimiz değer!