Hayat Kurgulanamaz

Cengis Temuçin ASİLTÜRK


Sizce kısa film nedir?
Kısa filmin belirlenmiş bir tanımının olduğunu düşünmüyorum. Bir televizyon programında aynı soru gençlere, genç yönetmenlere yöneltilmişti. Ahmet Uluçay ise şöyle yanıtlamıştı: “Türkiye'de kısa film; uzun film çekmek isteyip de çekemeyen yönetmenlerin çektiği filmlerdir.” ben de bu tanıma katılıyorum.
Çünkü kısa film çekmek gibi bir kaygım hiçbir zaman olmadı. Uzun film çekemediğim için kısa film çektim. Kısa film çekmenin uzun film için altyapı oluşturacağı düşüncesinden yola çıktım.Aksi takdirde hiçbir zaman film çekememiş olacaktım. Ama mutlaka bir tanım yapmak gerekirse, kısa film; tek, çarpıcı bir konuyu, çekilebilecek en kısa sürede çekip izleyiciye anlatmaktır.

Kısa filmin süresi ne kadar olmalıdır?
Bildiğim kadarıyla yapılabilmiş en kısa film sadece jenerikten ibaret olan bir saniyelik filmdir.Ama Kieslowski'nin öldürmek üzerine ya da aşk üzerine yaptığı seksen dakikalık kısa filmleri de var. Kuramsal boyutta kısa film- uzun film ayrımını tartışmaya başladığımız zaman, iyi filmlerin hepsinin birer kısa film olduğunu sonucuna ulaşırız.

Uzun film amaçlanarak çıkılan yolculukta,kısa film salt bir başlangıç noktası mıdır?
Benim için bir başlangıç noktasıdır.Biraz önce de söylediğim gibi, uzun film çekemediğim için kısa filmden başladım. Türkiye'de birçok yönetmen de böyle başlıyor zaten. Ama işin özüne bakıldığında görülen odur ki; kısa film birçok yönetmen için amaçtır. Yani Fellini gibi birçok uzun film çektikten sonra, dönüp kısa film çeken yönetmenler de var. Onlar için kısa filmin ayrı bir yeri var. Ama benim için hiçbir zaman ayrı bir yeri olmadı. Uzun film yolculuğuna çıktığım bu serüvende sadece geçilmesi gereken bir süreçti.

Bidebu: Kısa film yönetmenliğindeki başarı uzun film için bir ölçüt olabilir mi
Kesinlikle ölçüt kabul ediyorum. Kesinlikle derken altını çiziyorum.Bildiğimiz gibi; çekimlerden ayrımlar, ayrımlardan bölümler, bölümlerden de uzun film elde ediyoruz. Kısa film de aynı çizgide ilerler. Beş dakikalık bir film, bazen uzun bir filmin sadece bir ayrımı olabilir.Bu beş dakikalık filmi yönetmen iyi kotarmışsa, film izlenebilir niteliğe erişmişse, bu demektir ki; yönetmen – beş çarpı oniki uzun film- yapabilir. Çünkü çekimi, sahneyi kotarabilen yönetmen, uzun film de yapabilir demektir. Kısa film bu anlamda da temel ölçüttür. Bunu hiç tartışmam.

Kısa film ve kuram ilişkisi hakkında ne söylemek istersiniz?
Aslında kısa film- kuram ilişkisini irdelemeden önce, kuramın bütün sanatlarla, bütün bir yaşamla ilişkisini incelemek gerekir. Çünkü kuramsız hiçbir şeyin olabileceğine inanmıyorum. Bütün sanatlarda öncelikle sanatçının kuramı bilmesi gerekir. Kuram biliyorsanız açılımlarınız daha fazla demektir. Neyi nasıl yapacağınızı, başkaları nasıl yapmış'ı, kısa film nasıl olur'u, uzun film nasıl olur'u bulmak için çıkacağınız yol kuramdır. Kuram bilen insan zengin insandır. Düşüncelerinin ve yaratıcılığının önü açık insandır. Çok zeki bir insan eğer kuram bilmiyorsa , o kişinin yeteneğinin çok önemi yoktur. Ancak bilgi sayesinde kişinin yeteneğinin önünün açılabileceğini düşüyorum.

Sinema konusunda doktora yapmış biri olarak neden bu alanda doktora yapma ihtiyacı duyduğunuzu anlatır mısınız?
Kendimce çeşitli nedenleri var ama temel sebep şu; çalışmak istediğim, üretmek istediğim alanda akademik anlamda bilgi birikimine sahip olmak. Hayatında sinemaya hiç yakın olmamış (tıp yada hukuk alanında uzmanlaşmış olabilir, ya da dolmuş şoförlüğü yapmış olabilir) bir insanın sinema konusunda yetenekli olup olmadığının ortaya çıkabilmesi için öncelikle o alanda sınanması gerekir. Ya da o kişinin eğitim olanaklarını bulmuş olması gerekir. Sinema tarihinin bütün ürünlerini arkasına alan bir insanın (yetenekliyse bir de) çok iyi işler yapacağına inandım. İkinci bir neden de, sinema yapmasam bu hayatta başka ne yapardım korkusuydu. Ayrıca sinemaya yakın olmak, akademik anlamda birikim elde etmek ve bunu öğrencilerle paylaşmak için de bu alanda doktora yaptım. İlla yönetmek için, yönetmen olmak için ya da film çekmek için doktora yapma gerekliliğine inanmıyorum.Ayrıca belirtmek gerekirse akademik bir disiplinden geçmenin çok faydasını gördüm

Akademik bir disiplinden geçmek gerekli midir?
Aslında gerekli değildir ama bana çok katkısı oldu. Benim için gerekliydi. Bir X yönetmen varsayalım.Bu yönetmen bir şekilde film çekme olanaklarını yakalamış olsun ve bu yönetmenin yeteneği de belli ölçüde insanlar tarafından beğenilir olsun. Aynı yönetmen akademik bir disiplinden geçseydi, herhalde şimdiki halinden daha başarılı olurdu. Akademik disiplinin böyle bir katkı sağlayacağına her zaman iman ettim.

Bazen hiç bilmeyen kişinin daha yaratıcı olduğuna, bilginin bazı insanlara zarar verebileceğine inanıyor musunuz?
Buna hiçbir zaman inanmadım. Bilgi hiç bir zaman insana zarar vermez. Ancak bilgiye tapınma zarar verir. İki tez hazırladım; yüksek lisans ve doktora tezi olmak üzere, ikisi yaklaşık 740 sayfa olan kuramsal tezlerdi. Yani bilgiye dayalı tezlerdi. Buna rağmen şunu söyleyen de benim: Realite kuramı ezip geçecek kadar güçlü ve önemlidir.

Kısa film çekmeye nasıl başladınız?
Bütün hayatımın sinema olduğunu düşündüm. Ama bunu nasıl yapabileceğimi, nereden yola çıkılacağını bilmediğim için belki, onbir yaşında futbol oynamaya başladım. Sinema üzerine eğitim almamın nedeni de futboldu. Adana'dan uzaklaşıp bonservisimi almak için Gençlerbirliği'ne transfer oldum. Çocukluğumdan beri Adana'ya, Yeşilevler Ses Sineması'na gelen bütün filmleri, babamın büyük bir sinema tutkunu olması sebebiyle izlemiştim.

Ve sinemayla kan bağım böyle oluştu (Şimdi öyle düşünmesem de, üzüldüğüm zamanlarda ben buna kanıma bulaşmış mikrop diyordum.). Babamın sinema tutkusu benim için başlangıç noktasıydı ama o zamanlar film çeker miyim diye düşünmemiştim. Bazen bir sinema perdesinde görülmenin hoş olabileceğini düşünürdüm. Gençlerbirliği'ne transfer olana kadar sinemaya dair hiç ciddi düşüncem yoktu. Gençbirliği'ne transfer olmak için Ankara'daki üniversiteyi kazanmıştım.Daha sonra sakatlandım ve bu arada pek uğramadığım okula birkaç gün gideyim, neler oluyor bir bakayım dedim. Uğradığım gün, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi bahçesindeki havuzun başında bir kısa film çekiliyordu. Aradan onsekiz yıl geçmesine rağmen o anın fotoğrafı aynı netliğiyle gözlerimin önüne geliyor. Havuzun başında bir selvi ağacı, hafif karlı bir hava ve selvi ağacının altında bir kız bir erkek kamera karşısında dikiliyordu. Filmin yönetmenine yaklaşıp, “Şu vizörden ben de bakabilir miyim” dedim. Çocukluğumdan kalan hastalık depreşmiş olmalıydı. Yönetmen yüzüme kötü bakmasına rağmen “Tabii bakabilirsin” dedi. Çünkü futbolcu tarafım okulda birçok kişiye sempatik gelirdi. Yönetmen de onlardan biriydi. Vizörden on saniye kadar bakmışımdır. Karşımda üzerlerine selvi ağacının dalları sarkan bir kız ve bir erkek vardı. Gözümü vizörden ayırdığımda futbolu bırakmaya ve yönetmen olmaya karar vermiştim. Ertesi gün kulübe gidip, kramponlarımı, formamı ve eşofmanlarımı teslim ettim. Futbolu bıraktığımı söyledim. Klübün müdürü daha önce oynadığım Adanaspor'da da kulüp müdürlüğü yapmış Yüksel Doğanay'dı. “Oğlum sen çıldırdın mı” dedi. “Evet, bundan sonra film çekeceğim” dedim. O gün futbol hayatım sona erdi. Daha sonra, o gün vizöründen bana baktıran yönetmen Yücel Ünlü ile konuştum. Elimde, film olabileceğini düşündüğüm bir öyküden bahsettim. Zaten ortaokuldan beri öyküler yazıyordum. Yücel Ünlü öykümün üzerine tartışabileceğimizi, bana her türlü yardımı yapabileceğini söyledi. O akşam evime gittim. Bahçelievler 32. sokakta bir bodrum katında oturuyordum. Oturdum, öyküme baktım, olabilir mi diye düşündüm, olabileceğini gördüm. Film yapma amacı olmaksızın yazdığım ve beklettiğim bu öykünün adı Özgürlük Tutkusu'ydu. Öyküyü elimden geldiği kadarıyla senaryoya dönüştürmeye çalıştım. Sonraki aşamada Yücel Ünlü'nün desteğiyle öyküyü senaryolaştırdık. Kameramanlığını kendisi yaptı. Yaklaşık o vizörden bakışımın yedinci ayında ben ilk kısa filmimi çekmiş oldum. Adı Özgürlük Tutkusu'ydu.


Hayata vizörden bakmak bir yaşam tarzı olabilir mi sizce?
Yaşam nedir sorarsanız doğrusu bilmediğim birşey hakkında konuşmuş oluruz. Yaşam denenmez, sınanmaz, insana bir kez verilmiş birşey, onun kıymetini bilmek lazım gibi bir sürü yuvarlak laf edilebilir. Ama bizler gibi kaygısı olmayan insanları acıtacak bir cevap verebilirim.Yaşam gereğinden fazla sıkıcı zaten. Sinema yapıp, yaşamak istediğim biçimi perdeye koyma düşüncesi, gerçek yaşamdan sıkıldığımdan kaynaklanıyor. Başka bir dünya yaratmak, var olanın dışında yaşamak... İşte oradaki yaşam benim denetimim altında olan yaşamdır. Denetleyebildiğim yaşamı doğal olarak daha çok seviyorum. Bana sunulmuş dünyanın çok matah olduğuna inanmıyorum. O yüzden kişi olarak da yaşamı ciddiye aldığım zamanlarda hep şuna inandım: Evrende zaman sonsuz ve evren çok büyük. En büyük insanın bile evrenin umurunda olduğunu düşünmüyorum. Evren için ve zaman için, yaprağın altındaki bir böcekten farkımın olmadığımın farkındayım. Benim gibi milyonlarca insan gelecek ve geçecek. Bu yüzden yaşamımı daha anlamlı kılmak için ve belki başka insanlara küçük pencereler açıp, oradan başka şekilde bakmaları için sinema yapıyorum. Zaten yirmi - otuz kadar çok film çekmek gibi bir düşüncem hiçbir zaman olmadı. Bir insandan çıksa çıksa beş – altı öykü çıkar. Sadece o beş – altı öyküyü çekmek ve “İşte bak, böylesi de olabilir, böyle de bir yaşam kurulabilir”i insanlarla paylaşmak amacıyla film çekmek istiyorum. Sinemadan para kazanmak gibi bir derdim olmadı. Zaten hayatta, para kazanmak gibi bir derdim olmadı. O, benim işim değil.


Ama güzel işler yaparsanız, para kendiliğinden gelecektir. Bunu takdir eden insanlar her zaman olacaktır.
O zaten doğal bir süreç.

Film çekerken fotoğraftan, resim sanatından ve adını sayamadığımız bir çok sanat dalından faydalanıyoruz. Sinemanın diğer sanatlarla bağlantısı nedir?
Muhtemelen benden önce de bir yönetmen şöyle bir tümce kurmuştur. Bana ait olmadığının altını çizmek istiyorum. “Yönetmen bir tanrıdır. Bir tanrının her şeyden haberdar olması gerekir; geçmişten ve gelecekten. Her şeyi sorgulayabilmek için, denetim altına alabilmek için. (Tanrı'yı eğretileme anlamında kullanıyorum.) Bir yönetmen düşünemiyorum ki, resimden, müzikten, fotoğraftan, tiyatrodan, baleden, heykelden haberi olmasın.Belki bir heykeltıraş kadar heykelden anlamayabilir,bu kadarı zaten gerekli değildir. Ancak tüm sanat dallarıyla ilgili olabildiğine bilgi sahibi olma gerekliliği vardır. Özellikle de şiir söz konusu olursa...Şiir için ayrı bir başlık açmak gerekir. Çünkü başlangıçta bakıldığında, sinema ile tiyatronun birbirine çok benzediği düşünülebilir. Ama bana göre dil anlamında yeryüzünde hiç bir sanat yoktur ki sinema ile şiir kadar birbirine yakın olsun. Ayrıca bir yönetmenin fotoğraf sanatını özellikle iyi bilmesi gerekir. Çünkü bildiğimiz gibi sinemanın saniyede gözümüzün önünden geçen 24 karesinin her biri zaten bir fotoğraftır. O fotoğrafı iyi oluşturamayan yönetmenin film çekmesine gerek yoktur.


O zaman “İyi bir yönetmenin iyi bir fotoğraf bilgisine ihtiyacı vardır.”yargısına ulaşabilir miyiz?
Tabii ki. Şunu tekrarlamak istiyorum.Saniyede gözümüzün önünden geçen 24 karenin her biri, birbirinden anlık farklarla ayrılmış 24 fotoğraftır. Televizyon söz konusu olduğunda saniyede gözümüzün önünden 25 kare geçer. Adı üzerinde, sinema en kısa tanımıyla; görüntüyle öykü anlatma sanatıdır. Bu yüzden de görüntüleri iyi kuramayan bir yönetmenin bir yanı hep eksiktir. Yönetmen kadrajın içindeki resmi iyi kurmalıdır.Resim derken eğretileme yapıyorum. Çünkü kadrajdaki nesnelerin yerlerini değiştirebiliyoruz. “Sen şu tarafa bak, önündeki kül tablası şurada dursun, vazo burada dursun” gibi... Bir fotoğrafçı da çerçevesini oluştururken aynı işlemleri tekrarlıyor. Bu nedenle fotoğraf, resim ve dil anlamında da şiir, yönetmenin kesinlikle bilmesi gerekenler başlığı altındadır.

Dmytrk'in bir sözünü anımsıyorum, tam onun ağzından çıktığı gibi olmasa bile şöyleydi: “Sinema replik yazarının, ya da diyalog yazarının derdini anlattığı bir sanat değildir. Sinema önce görüntüdür.” Biliyorsunuz ki kameranın giremeyeceği tek bir yer var(romanda bilinç akışı dediğimiz anlatım biçimi): Kamera bir tek insanın beynine giremez.Beyinden geçenleri görselleştiremez. Belki burada ayraç açıp “ bugün için” demekte de fayda var. İleride belki o da olur. Bu sebeple hareketli görüntü sanatı dediğimiz sinemada, anlatmak istediğinizi görüntüyle anlatabiliyorsanız müziğe ve diyaloga zaten yer verilmemelidir.Ancak görüntü dilinin yetmediği zaman söz ve müzik devreye girebilir. Müziğe yaslanan, müziksiz hareket etmeyen, gitmeyen, sıkan bir sinema zaten sinema değildir.Bununla birlikte müzik ve söz sadece kameranın giremediği yerlerde sinemayı destekleyici anlatım biçimi olarak kullanılmalıdır. Kısaca, filmin çok önüne çıkmış müzik, anlatımcı, diyalog sinemada yasak listede yer alan öğelerdir.

Sinema dilinin olanakları, açılımları hakkında ne söylemek istersiniz?
Biraz aşırı gittiğim düşünülebilir.Ama ben kendimce hep şunu ölçüt aldım: Türkçe sözlükte doksanaltıbin sözcük var. Bu sözlüğü açan her insan, sözcüklerin temel anlamlarını, yan anlamlarını, eş anlamlarını görebilir. İngilizcede ise yaklaşık beşyüzbin sözcük var. İngilizce sözlükte de sözcüğün bu anlamları görülebilir. Sözcüklerin sayısı sözlüklerle sınırlandırılabilir.Ancak tümcelerin sayısı hiçbir dilde sınırlı değildir. Tümcelerden oluşan bir sözlük yapmanın olanağı yoktur. Sinemaya da bu açıdan bakıldığında sinemada da tümce kurmanın sınırsız olduğu görülür. Sinema bir dil olarak sonsuz olanaklar sunar. Burada şunu da göz önüne almak lazım; çekirdekten yetişme dediğimiz yönetmenler! Ne kadar iyi bir yönetmenle çalışırsanız çalışın, bir sınırınız vardır: O yönetmenin bilgileri; size öğrettiği, aktardığı kadardır. Eğer sinema diliyle tümce kurmayı başarabiliyorsanız, sonrasında sizin yaratıcılığınız olanakları sınırsız hale getirir. Her gün yeni bir şey çekebilirsiniz. Örneğin henüz hiçbir filmimde kullanmadığım bir ayrımdan söz etmek istiyorum: Yatakta yatan bir adam, (ya da kadın fark etmez) ve karşısında sürekli konuşan, aralarındaki sorunu tek taraflı bir konuşmayla halledebileceğini düşünen bir kadın. Ve adamın sıkıntısını göstermeye çalışıyoruz. Kadının da aşırı konuşkan olduğunu, ''geveze'' olduğunu vurgulamaya çalışıyoruz. Kadının sözleri, adamı sürekli olarak yaralıyor, sürekli aşağıya çekiyor. Böyle bir plan çekip, sonra da kamerayı dışarıya koyuyoruz. Aynı adam, paltosuyla kaşkolüyle asfalt dökülmemiş çamurlu bir sokakta görülüyor. Etrafında bahçeler, ağaçlar var. Soğuk bir hava olduğu öbek öbek karlardan anlaşılıyor. Adam kameraya doğru geliyor. Arkasından çok kısık bir köpek sesi duyuyoruz. Köpek giderek hırlamaya başlıyor. Adam gittikçe hızlanarak kameraya doğru yaklaşıyor. Köpeğin sesi, saldırganlığı arttıkça, adamın hızı da artıyor. Sonra köpeği kadrajın arka tarafında görüyoruz ki; köpek gerçekten adama saldırabilecek nitelikte. Köpek daha çok hırlayarak hızla adamın üzerine doğru koşuyor. Adam bize doğru yaklaşıyor. Adam sağımızdan ya da solumuzdan kadrajdan çıkıyor. Köpek adama saldırıyor. Tekrar evin içine kesiyoruz. Ve kadının, adamın karşısındaki aşağılayıcı, yaralayıcı konuşmasının, saldırganlığının daha üst boyuta tırmandığını görüyoruz. Sinema böyle bir eğretilemeye, böyle bir dil olanağına açık bir sanattır. Buna benzer milyonlarca örnek üretilebilir.


Sinema-zaman ilişkisi irdelendiğinde nasıl bir bağlantı ortaya çıkar?
İlk söylediklerime ters düşüyor gibi görünebilir ama sinema doğrudan yaşamla ilgilidir. Yaşamda karşılaşma ihtimalimizin olmadığı ayrıntıları anlatsa bile, bir film anlattığı öyküye inandırabiliyorsa, evet orada bir yaşam vardır. Yaşam dediğimiz de direkt zaman olgusuyla ifade edilebilir. Evrensel zaman olgusu, benim her zaman kafamı kurcalamıştır. Ama içinden bir türlü çıkamamışımdır. Galiba zaman diye bir şey var. Ve bu zaman, insanın üstünden mi geçer, insan zamanın içinden mi geçer? Sadece soru sorabiliyorum. Yanıtını veremiyorum. Ama sinema söz konusu olduğu zaman, denetlenebilir bir zamandan söl etmeye başlamışız demektir. Sinemada gerçek yaşamın sıkıntılarından arındırılmış yeni bir yaşam sunuyoruz. Ve bu yaşamın da belli bir süresi var: Kısa film yapıyorsak 5-10 dakika; uzun film yapıyorsak 90 dakika ya da 2-3 saat. Yani denetimimiz altında kurulmuş bir zaman söz konusu.

Doğal olarak da bunun içinde akan bir yaşam... Sinemayla zamanı bir birinden ayırmak, bu anlamda çok ince bir kağıdı ortadan bölüp iki tarafını bir birinden ayırmaya benzer. Filmle zaman birbirinden kopmaz bir bütündür. Kaldı ki bütün bir filmi bir kenara bıraksak tek bir çekimde bile, bir ''zaman'' söz konusudur. Yani ekranda kalacak bir baş çekimden bahsediyoruz. Yüzü hoş olmayan, benim deyimimle yüzünde sinema olmayan bir oyuncuyu üç saniye gösterdiğinizde izleyici sıkılabilir. Tuncel Kurtiz gibi yüzünde sinema olan bir oyuncu 5-10 hatta 20 saniye izleyiciyi sıkmadan perdede kalabilir. Burada bile bir zaman söz konusudur. Zaten bizim kurguda yaptığımız şey, yani film dilini yaratırken yaptığımız şey de bu çekimlerin başından ve sonundan eksiltme yapmak. Teknik olarak elips yaparak o zamanı yaratmak. Bütün bir filmin zamanını yaratırken de baştan itibaren bu biçimde çalışarak zamanın üzerinde oynuyoruz, yeni bir öykü yaratıyoruz. Bu sebeple sinema ve zaman belki de aynı şeydir.


Kısa filmcilere ne gibi önerileriniz olabilir? Nereden ve nasıl başlanmalıdır?
Başka bir ülkede yaşasaydım soruyu başka türlü yanıtlamam gerekecekti. Çünkü Fransız Yeni Dalgacı sinemacılara baktığımız zaman Godard gibi birçoğunun 24 yaşında ilk uzun filmini çekmiş olduğunu görürüz. Hollywood veya çok film üretilen Hindistan söz konusu olsaydı yine başka öneriler sunulabilirdi. Ancak Türkiye söz konusu olduğunda söze başka ayrıntılardan başlamak gerekiyor. Sinema yapmaya kalkışmak için bir defa her şeyden önce çılgın olmanız lazım. Hayatı ıskalama pahasına bir yolculuğa çıkmanız lazım. Çok acı olsa da gerçek budur. Kişi bu yolculuğu tüm imkansızlıkları göze alarak başlatmalıdır. Yani, kameranız olmayacak, her şeyden önce paranız olmayacak, olsa yetmeyecek. Para olsa zaman yetmeyecek. Bütün bunlar sağlansa koşullar uygun olmayacak. Kısaca birçok argümanın bir araya gelmesi gerekiyor. İste bu sebeple öncelikle çılgın olma gerekliliğini vurguladım. Ayrıca sinemayı çok sevmek gerek, sinemanın başka bir büyü olduğunu bilmek gerek. Sinemadan para kazanılabilir, kazanılmalı da. Hatta sinema ile uğraşan insanlar, setteki çaycıdan yapımcıya kadar hepsi çok para kazanmayı hak ediyorlar. Yeniden film yapabilmek için, daha iyi yaşayabilmek için, düşünce üretebilmek için ekonomik olarak insanların rahat olması gerekir. Türkiye şartlarında böyle bir fotoğraftan söz etmek mümkün değil. Bu sebeple çılgın bir kafayla yola çıkmak gerekiyor. Arkadaşınızdan kamera alarak, eşinizin dostunuzun kurgu setini kullanarak, arkadaşlarınızı oyuncu diye ortaya çıkararak, kendi kıyafetlerinizi oyunculara kostüm diye giydirerek, eşinizin makyaj malzemeleriyle oyuncunuza makyaj yaparak, pazar arabasını şaryo olarak kullanarak... Daha saymakla bitmeyecek bir sürü olumsuzluğu bir kenara bırakıp olmayacak şeylerle bir film yapmaya çalışmanız lazım. Kanında sinema büyüsü olan insanların her türlü olumsuzluğu göz önüne alarak bu yolculuğa çıkması gerektiğine inanıyorum.

İleride film çekmeyebilirsiniz ama yaptığınız bir kısa filmdeki süreç de sizin yaşamınıza aittir. Yönetmenlik dönemimde de böyle söylüyordum. Sette hırlayan gürleyen sinirli stresli yönetmenleri gördüğümde ilk düşündüğüm hep şu olur: İşini bilmiyor bu adam. İşini bilen insan, yarattığı süreç boyunca mutlu olan insandır. Bir şair düşünün ki şiir yazdığı süreçte mutsuz olsun. Sinemada da durum böyledir. Yarattığınız süreç sizin yaşamınıza dahildir. Kaldı ki bir uzun filmin ön çalışmasında bitimine kadar Türkiye koşullarında 6 ay-1 yıl sürdüğünü düşünün. Ömrünüzden bu süreyi kaldırıp bir kenara atabilir misiniz? Atamayacağınız için, yaşamınıza o sürecin dahil olduğunu, mutlu olacaksanız o süreçte de mutlu olmanız gerektiğini, keyifli bir ortamda çalışmanız gerektiğini kabul edin. Bütün olumsuzlukları bir kenara bırakın. Bu öneriler kısa film içir de geçerli. Bir kısa filmi kotarmanız sizin bir ayınızı alacaksa bu bir ay sizin ve sizinle çalışacak insanların kendi yaşamlarına ait bir süreçtir. Hiç kimsenin ve kendinizin bir ayını çalma hakkınız olmadığı için bu süreci keyifli geçirmeye bakmakta yarar vardır. Koşulları nasıl oluşturacağız? Dediğim gibi; birinin kamerasıyla ya da kendiniz alabiliyorsanız küçük çaplı bir el kamerası alarak (handycam cinsinden), mekan olarak kendi evinizi veya arkadaşınızın evini kullanarak... Ben dış çekimi sevdiğim için böyle bir derdim olmadı. Kamerayı kolay kolay içeriye sokmak istemeyen biriyim. Sinema görüntüyse, iç mekanlarda sınırlı bir görüntü vardır. Mekanlara kira ödememek için de dış mekanları daha çok kullanırım. Sonuç olarak ''Ne pahasına olursa olsun seviyorsanız yapınız'' diyorum. Her şeyin üzerinde bir gerçek var ki; hayat kurgulanamaz.



venart.com