Kısa Filmin Uzun Hikayesi: Hayat Nasıl Bir Şeydir?
Aklına bir insan hikâyesi takılmış; buradan hareketle, bir kısa film çekme
düşünün peşine düşmüş on sekiz yirmi yaşlarında, dünyaya bir kameranın
vizöründen/monitörden bakma heyecanı ve arzusuyla dolu gençlerle konuşurken...
Belki şöyle demeliyim: Bir kısa film çekme düşünü başına sarmış, on sekiz yirmi
yaşlarında, dünyaya bir kameranın vizöründen/monitörden bakma heyecanı ve
arzusuyla dolu gençlerle konuşurken...
İlk kısa filmimi, ÖZGÜRLÜK TUTKUSU başlıklı filmimi çektiğim günleri
anımsıyorum... Onu sevgili Mehmet Eryılmaz ağabeyime izlettiğim günlerdeki
heyecanı duyuyorum...
İnsanlara görsel hikâyeler anlatmak istiyorsunuz.
Zihnim yoruluyor... Ürküyorum yaptığım yolcululuğu anımsarken. Değer mi diyorum,
onca çabaya, onca düş kırıklıklarına?
Değmez, biliyorum...
Daha kolay yaşantılar da var... Daha az düş kırıklıklarına yol açacak sakin,
karmaşık olmayan, en azından belirsizlikleri daha az yolculuklar...
Yürür gidersin...Kumsalda şezlonga ya da bir söğüt ağacının altına uzanıp
gözlerini yummak için, uyumak için...
Kısa film çekme düşü kurmak ağır, yorucu, zorluklarla dolu bir serüveni göze
almak...
Bugün olsa, bugün 1988 olsa, aynı serüvene atılır mıyım?
Hayır! O günleri anımsarken bile kendimi yılgın hissediyorum... Yorgun
hissediyorum... Değer mi katlandığın onca eziyete, onca yorgunluğa, onca çabaya,
onca düş kırıklığına...
Hayır (mı, değil mi) yoksa? Bunu düşünüyorum...
Kısa film çekme düşlerinin peşine düştüklerinde ayakları kendilerini benim odama
getiren gencecik insanları görünce, onlara çaylarını sunarken, onlarla
konuşurken, onlardan sinopsislerini, tasarılarını dinlerken... Kısa film çekmeyi
hesaplayarak yollara düşmüş, düşlerinin peşinden giden esmer bir genç geliyor
gözlerimin önüne, düş kırıklıklarıyla, inancıyla, sabrıyla... Kalbindeki
heyecanı anımsıyorum... Zihninden geçenleri anımsıyorum. Gördüğü rüyaları
anımsıyorum... Ankara Film Festivalinde kendi filmi gösterilirken izleyiciler
arasındaki duruşunu, oturuşunu, heyecanını anımsıyorum... Kalbinin vuruşunu
anımsıyorum... Kalbinin o kısacık filmlerin peşinden Nürnberg'e, Frankfurt'a,
Çekoslovakya'ya, Kanada'ya, İran'a, Los Angeles'a, Fransa'ya, İstanbul'a,
Adana'ya, daha dünyanın dört bir yanına gidişini anımsıyorum...
Unutuluyor mu o gümüş yıllar... O büyük heyecan... Kameranın içinde dirilen
hakiki Cennet...
Değer mi onca çabaya... Değmez, bunu mantıken biliyorum... Yo, hayır, değer,
bunu kalbim samimiyetle biliyor...
Hayır, değmez onca düş kırıklığına...
Bir kısa film çekme düşünün peşine düşmüş heyecan ve arzusu dolu gençlerle
konuşurken, kendi kendime, "hayır" diyorum, "değmez..."
Ama...
Bugün onların yaşında olsam, bunca deneyimden sonra, şu gençlerin yerinde olsam,
yine o esmer delikanlı olsam, yine öyle yaparım, hayallerimin peşine takılır
giderim, düş kırıklıkları yaşarım, eskisi gibi, şu gençler gibi, onlar gibi,
yürür giderim yepyeni dünyalar kurmaya...
İmrenerek bakıyorum şu gençlerin düşlerinin peşine takılıp gitmelerine...
Belki de hayat böyle bir şey... Belki... Hayat böyle bir şey...