Yetmiş yıl önce (6 Mayıs 1898’de) Milano’nun ortasında kadınlı erkekli işçilerin
katıldığı bir kitle gösterisi yapıldı. Bu gösteriye yol açan olaylar, bu yazıda
yer veremeyeceğimiz kadar uzun bir tarihe sahip. Gösteri, General Beccaris’e
bağlı ordu tarafından saldırıya uğrayıp dağıtıldı. Öğle vakti, atlı askerler
kalabalığın üzerine saldırdı: Silahsız işçiler barikatlar kurmaya çalıştılar.
Sıkıyönetim ilân edildi ve ordu üç gün boyunca silahsızlarla çatıştı.
Resmi sonuçlara göre 100 işçi öldü, 450 işçi yaralandı. Bir polis, bir asker
tarafından yanlışlıkla öldürüldü. Orduda kayıp yoktu. (İki yıl sonra I. Umberto,
katliamdan sonra “Milano kasabı” General Beccaris’i halkın ortasında kutladığı
için öldürüldü.)
Yazmakta olduğum bir hikâyeye gerekli olduğu için, 6 Mayıs’ta Corso Venezia’da
gerçekleşen bu gösterinin bazı yönlerini anlamaya çalışıyordum. Bu süreç içinde,
gösteriler hakkında, belki daha yaygın biçimde geçerli olabilecek bazı sonuçlara
vardım.
Kitle gösterileri, ayaklanmalardan veya isyanlardan ayrı tutulmalıdır; bununla
birlikte, (şimdi artık ender rastlanan) bazı durumlarda, kitle gösterileri
ayaklanmaya yahut isyana dönüşebilir. Ayaklanmanın gayesi genellikle acildir (bu
aciliyet, ifade ettiği çaresizliğe denk düşer): Yiyeceği ele geçirmek,
mahpusları kurtarmak, mülkü yakıp yıkmak. Devrimci isyanın gayeleriyse uzun
vadeli ve daha kapsayıcıdır: Nihai gayesi, devlet iktidarını ele geçirmektir.
Oysa gösterinin gayeleri semboliktir: Hemen hiç kullanılmayan bir gücü gösterir.
Kalabalık bir insan topluluğu, belli ve önceden saptanmış açık alanda bir araya
gelir. Az çok silahsızdırlar. (6 Mayıs 1898’de tamamen silahsızdılar.)
Politikalarını protesto ettikleri devlet otoritesinin hizmetindeki baskı
güçlerine karşı kendilerini hedef olarak ortaya koyarlar.
Teorik olarak, gösterilerde yaygın görüşlerin yahut duyguların gücünü ortaya
koymak amaçlanır: Teorik olarak, gösteriler devletin demokratik vicdanına bir
sesleniştir. Ancak bu, varlığı pek muhtemel olmayan bir vicdanı varsaymak
demektir.
Devlet otoritesi demokratik etkilere açıksa, gösteri pek gerekli olmayacaktır;
açık değilse, otoritenin, hiç de gerçek tehdit taşımayan bu boş güç
gösterisinden etkilenme ihtimali düşüktür. (Zaten kurulmuş olan alternatif
devlet otoritesini desteklemek için yapılan bir gösteri –Garibaldi’nin 1860’ta
Napoli’ye girmesinde olduğu gibi- özel bir durumdur ve etkisini hemen
gösterebilir.)
Gösteriler, demokrasi ilkesinin henüz adı bile konmamışken başlamıştır.
Çartist’lerin [adını “çart” yâni “bildirge”den alan, İngiltere kökenli işçi
hareketi] ilk kitle gösterileri, demokrasi ilkesinin kabul edilmesini sağlamak
için yürütülen mücadelenin bir parçasıydı. 1905’te St. Petersburg’da Çar’a
dilekçe sunmak için bir araya gelen kitleler, mutlak bir monarşinin acımasız
gücüne hitap ediyor, böylece kendilerini ona bir hedef olarak sunuyorlardı. Bu
olayda da kitleler –bütün Avrupa’da görülen yüzlerce benzer olayda olduğu gibi-
kurşunlanarak yere seriliyordu.
Öyle görünüyor ki gösterilerin gerçek fonksiyonu, varolan devlet otoritesini
ciddiye alınabilecek bir ölçüde ikna etmek değildir. Böyle bir gayeden söz
etmek, yalnızca işleri kolaylaştıracak bir rasyonalizasyondur [akıl yürütmedir].
Gerçek şudur ki, kitle gösterileri birer devrim provasıdır. Stratejik, hatta
taktik provalar değil, devrimci bilince ulaşma provaları. Provayla gerçek
gösteri arasında geçen süre epeyce uzayabilir: Bunların nitelikleri –provası
yapılan bilincin yoğunluğu- farklı durumlarda oldukça önemli değişiklikler
gösterebilir: Ancak, bu prova unsurunu taşımayan gösterilerin, resmi olarak
kışkırtılan halk gösterileri olarak tanımlanması daha doğru olur.
Ne kadar kendiliğinden doğarsa doğsun, bir gösteri, kendisini sıradan hayattan
ayıran icat edilmiş bir olaydır. Değeri, işte bu icat verimi oluşundan
kaynaklanır; çünkü öngörme gücü, prova niteliği burada yatar.
Kitle gösterisi, katılanları, varolan bir fonksiyona tepki oluşturmak üzere
değil, kendi fonksiyonunu inşa etmek üzere bir araya toplamasıyla diğer kitle
eylemlerinden ayrılır: Bu bakımdan kitle gösterisi –grev söz konusu olduğu zaman
bile– işyerlerindeki her türlü işçi toplanmasından yahut herhangi bir seyirci
kalabalığından ayrılır. Yalnızca bir araya gelmiş olması bile yerleşik düzeni
tehdit etmeye yeten bir birlikteliktir bu.
Devlet otoriteleri, kitle gösterilerine katılanların sayısı konusunda genellikle
yalan söylerler. Ne var ki bu yalan fazla bir şey değiştirmez. (Gösteriler
devletin demokratik vicdanına gerçekten bir seslenme olsaydı, o zaman bu yalan
belki bir anlam taşırdı.) Katılanların sayısının önemi, gösteriye dahil
olanların yahut yakınlık duyarak izleyenlerin doğrudan yaşadıkları tecrübelerde
yatabilir. Bu insanlar için, sayılar artık sayı olmaktan çıkar; duyduklarının
delili, tahayyül ettiklerinin sonuçları olur. Gösteri ne kadar büyük olursa,
katılanların toplam kolektif gücü açısından o kadar etkili ve âcil (görülebilir,
işitilebilir, dokunulabilir) bir sembolizasyon (eğretileme) hâline gelir.
Sembolizasyon diyorum, çünkü bu şekilde kazanılan güç, orada bulunanların gizli
(potansiyel) gücünü de, bir gösteride sergilendiği kadarıyla gerçek güçlerini de
hiç kuşkusuz aşar. Ne kadar çok kişi olursa, orada olmayanları birbirlerine ve
kendi kendilerine o kadar iyi temsil ederler. Böylelikle kitle gösterisi, bir
soyutlamaya hem vücut verir, hem de onu yaygınlaştırır. Ona katılanlar, bir
sınıfa ait olduklarını daha kesin olarak fark ederler. Bu sınıfa ait olmak,
yalnızca ortak bir kaderi imâ etmenin ötesine geçerek, ortak bir fırsatı temsil
etmeye başlar. Ait oldukları sınıfın fonksiyonunun kısıtlı kalmasına artık gerek
olmadığını fark etmeye başlarlar; bu sınıf da, tıpkı gösteride olduğu gibi,
kendi fonksiyonunu kendisi inşa edebilir.
Devrimci bilinç, gösteri yerinin seçimi ve taşıdığı anlamla bir başka yoldan da
prova edilir. Gösteriler, temelde şehirlere özgüdür; genellikle, şehir yahut
millet açısından sembolik değer taşıyan bir merkezin mümkün olduğunca yakınında
yer alacak biçimde planlanır. “Hedefleri” ender olarak stratejik önemde –tren
istasyonları, kışlalar, radyo istasyonları, havaalanları- olur. Kitle gösterisi,
bir şehir yahut başkentin sembolik ele geçirilişi olarak yorumlanabilir. Burada
da sembolik olma veya eğretileme, gösteriye katılanların yararına işler.
Göstericilerin icra ettiği düzensiz bir olay olsa da, gösteri, çok değişik
gayeler için kullanılmak üzere planlanan şehir merkezinin yakınında yer alır.
Göstericiler, yürüyüp geçtikleri sokakların yahut doldurdukları açık alanların
normal yaşantısını kesintiye uğratırlar. Bu bölgeleri “kesip ayırırlar” ve henüz
buraları tümüyle işgal edecek güçleri bulunmadığından, hâlâ yoksun oldukları
gücü sergilemek için bu bölgeleri geçici bir sahneye dönüştürürler.
Göstericilerin, sahnelerini çevreleyen şehir hakkındaki görüşleri de değişir.
Gösteri yaparak, gündelik hayatlarını sürdürürken ferdî yahut kolektif olarak
elde edebildiklerinden çok daha büyük bir özgürlük ve bağımsızlık –ayrıca verimi
önemsiz olsa da, daha fazla yaratıcılık- sergilerler. Gündelik hayatlarında,
şartları yalnızca bir ölçüde değiştirebilirler; gösteri yaparken ise, sembolik
olarak, şartların karşısına tam da kendi özvarlıklarını çıkarırlar.
Bu yaratıcılık, özü gereği ümitsiz, ödenen bedel de yüksektir belki; ama
göstericilerin bakış açılarını geçici olarak değiştirir. Bir bütün olarak şehri
kuranın ve sürmesini sağlayanın, kendileri yahut temsil ettikleri kişiler
olduğunu fark ederler. Şehre başka bir gözle bakmaya başlarlar. Kendilerine ait
bir ürün, gizli güçlerini azaltmak yerine pekiştiren bir ürün olarak görmeye
başlarlar onu.
Son olarak, devrimci bilincin prova edilmesinde başvurulan başka bir yol daha
vardır. Göstericiler, kanun ve düzen güçleri denen şeyin karşısına hedef olarak
kendilerini koyarlar. Gene de, oluşturdukları hedef ne kadar büyük olursa,
kendilerini o kadar güçlü hissederler. Bu, ne o sıradan “sayıların gücü”
ilkesiyle, ne de kitle psikolojisine ilişkin kaba saba teorilerle açıklanabilir.
Gerçekteki incinebilirlikleriyle yenilmezlik duyguları arasındaki karşıtlık,
göstericilerin devlet otoritesine dayattıkları ikileme denk düşer.
Otorite ya boyun eğmeli ve kalabalığın istediğini yapmasına izin vermelidir: Bu
durumda, sembolik olan birdenbire gerçeklik kazanır; kalabalığın örgütlenmeden
ve hazırlıktan yoksun oluşu zafer kazanmasını engellese bile, olay, otoritenin
zayıflığını sergiler. Yahut otorite karşılık vermek ve kalabalığı şiddet
kullanarak dağıtmak zorunda kalacaktır: Bu durumda da, böyle bir otoritenin
demokratik olmayan niteliği, kitle önünde sergilenmiş olur. Söz konusu
kaçınılmaz ikilem, sergilenen zayıflıkla sergilenen otorite arasındadır. (Resmî
olarak onaylanan ve denetlenen gösteri, aynı ikilemi ihtiva etmez: Bu tür
gösterinin sembolikliği sansür altına alınmıştır: İşte bu yüzden ben onu sırf
seyirlik gösteri olarak adlandırıyorum.)
Otorite, neredeyse değişmez bir biçimde, hep şiddet kullanmayı seçer. Otoritenin
sergilediği şiddetin derecesi, pek çok faktöre bağlıdır; ancak gösterinin
oluşturduğu fiziki tehdit bu faktörler arasında pek yer almaz. Tehdit, özünde
semboliktir. Ancak otorite, gösteriye saldırmakla, sembolik olayın tarihi bir
olay hâline gelmesini sağlamış olur: Hatırlanacak, ders çıkarılacak, intikamı
alınacak bir olay.
Şiddeti üzerine çekmek, gösterinin tabiatında vardır. Yol açtığı provokasyon da
şiddete dayalı olabilir. Ancak sonunda, ortaya koyduğu etkiden daha fazlasına
kendisi katlanmak zorunda kalacaktır. Bu hem taktik bir gerçektir, hem de
tarihi. Gösterilerin tarihi rolü, varolan devlet otoritesinin adaletsizliğini,
acımasızlığını, mantıksızlığını göstermektir. Gösteriler, masumiyetin ortaya
koyduğu protestolardır.
Ancak masumiyet iki türlüdür; bu iki tür, yalnızca sembolik seviyede tekmiş gibi
ele alınabilir. Siyasî çözümleme ve devrimci eylemin planlanması amacıyla, bu
iki türün birbirinden ayrı tutulması gerekir. Savunulması gereken bir masumiyet
vardır: Biri adaletten kaynaklanan masumiyettir, diğeri tecrübe yoksunluğu
sonucunda ortaya çıkan masumiyet.
Gösteriler, siyasi istekleri, daha bunları doğuracak siyasi vasıtalar
oluşturulmazdan önce ifade ederler. Gösteriler, kendi isteklerinin
gerçekleşmesini öngörür, böylelikle de bu isteklerin gerçekleşmesine katkıda
bulunurlar; ancak kendi başlarına bu istekleri elde edemezler.
Herhangi bir reel tarihi durumda, devrimcilerin üzerinde karar vermeleri gereken
mesele, daha fazla sembolik provanın gerekli olup olmadığıdır. Bundan sonraki
safha, gösterinin kendisi için taktik ve strateji eğitimi yapmaktır.
Bu yazı, ilk olarak 23 Mayıs 1968’de haftalık New Society dergisinde
yayımlanmıştır. Türkçeye Müge Gürsoy Sökmen tarafından çevrilmiş ve John
Berger’in 19 yazısını bir araya getiren O Ana Adanmış (Metis Yayıncılık, 1988)
adlı kitapta yer almıştır.