Ben, 1980’li yılların başında, zamanın İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi,
Sinema-TV Enstitüsü’nde, Lütfi Hoca’nın ilk talebelerinden birisiydim.
Lütfi Hoca, eski “talebe” ve yeni “öğrenci” kelimelerine ayrı ayrı anlam
yüklerdi. Ona göre gençler lise sona kadar “öğrenci” ama üniversitede “talebe”
olmak, yani “talep eden olmak” zorundaydılar. “Biz size bir şey öğretemeyiz siz
alacaksınız” derdi.
Lütfi Hoca’nın adı literatüre hep “Ömer Lütfi Akad” diye geçer. Çok az kişi onun
asıl ön adının Mehmet Lütfi olduğunu, Ömer adının aslında babasının adı olduğunu
bilir.
Lütfi Hoca, 1916 yılında Suriye’de doğmuştur ve oradaki Akad sülalesindendir. Bu
yüzden yakın çevresi, özellikle İlhan Arakon hocamız O’na, “Şu bizim Arap!”
demeyi pek severdi. (Aynı sülalenin bir başka ünlü sinemacısı da “Çağrı” ve
“Ömer Muhtar” filmlerinin yönetmeni Mustafa Akad’dır. Bilindiği gibi Mustafa
Akad da son Beyrut Savaşı’nda bir otelde patlayan bir bomba sonucu öldü.) Ben
görmedim ama Akad sülalesinin bu iki ünlü sinemacısı yıllar önce Sinema-TV
Enstitüsü’nde karşılaşmıştı.
“Vesikalı Yarim” filminin ne zaman bir yerde adı geçse benim aklıma hep Lütfi
Hoca’nın bir “el hareketi” gelir. Filmdeki bir sahnede manav Halil (İzzet Günay)
odada otururken içeri babası girer. Halil saygıyla davranıp ayağa kalkmak ister.
Babası ona parmakları bitişik açık elini hafif yaylandırarak, oturması için bir
el hareketi yapar. O el beni hep gülümsetir. Çünkü o hareket Lütfi hocanın el
hareketidir. Biz kantinde otururken, Lütfi Hoca çay içmek için kantine her
girdiğinde biz hep birlikte ayağa kalkmaya davranır, Lütfi Hoca da o el
hareketiyle, “Oturun çocuklar, oturun!..” derdi. Lütfi Hocanın filmlerinin ritmi
sanki o el hareketinde gizlidir!
Zaman geçti, yıllar sonra ben de üniversitede ders vermeye başladım. Bir gün
meraklı bir talebem, “Demek Lütfi Akad’ın öğrencisi oldunuz! Ne mutlu size. Peki
ne anlatırdı?” diye sordu. O gün düşünmeden verdiğim cevabı daha sonra hep
aklımda tuttum. Bu kez de ben “hoca” ve “öğretmen” ilişkisini ayırmış,
öğretmenlerden ancak “bilgi” ama hocalardan “hikmet” öğrenilebileceğini
söylemiştim. Biliyordum Lütfi Hoca’dan sinema için birçok bilgi de öğrenmiştim.
Ve Kaliforniya’da dünyanın en büyük sinema kütüphanelerinden birinde aylarca
araştırma yapmıştım. Fakat Lütfi Hoca’dan öğrendiğim bazı şeyler orada yoktu.
Nitekim o talebe son sorusuyla bunu da sormuştu. “Son kertede ondan ne
öğrendiniz?” Bu soruyu da rahatça “Sessizliğin kıymetini… Çünkü onun sineması da
kendisi gibi sessizliğin konuştuğu bir sinemadır,” diye cevaplamıştım. Çünkü
O’nun görüntülerinin üstünde müzik olsa bile müzik ve sessizlik çatışır.
(İnanmayan filmlerini bir kez daha izlesin!)
Türk sinemasının hala okullarda okutulan ve dönemleştirilmesi yanlış yapılmış
bir sinema tarihi var. Bu tarih içinde, tek doğru olan ve bir döneme adını veren
“Lütfi Akad’ın Gelişi ve Sinemacılar Dönemi” başlığını çok severim. Çünkü cümle
bütün ağırlığıyla Lütfi Hoca’nın sinemamızdaki köşe taşı olma hakkını teslim
eder.
Lütfi Hoca, iktisat okumuş, Osmanlı Bankası ve Lale Filmin muhasebesinde
çalışmış, o yıllarda zamanın halkevlerinde tiyatro dekoru yapmış, oyunlar
yönetmiş hatta amatör oyuncu olarak sahneye çıkmış, “Beş Sanat” adlı bir
edebiyat dergisi de çıkarmıştı. Muhasebecilik yaptığı yılların Lütfi Hoca’nın
üstünde bıraktığı bir iz, doktor reçetesindeki gibi her tür bozuk el yazısını
rahatlıkla okuyabilmesiydi.
İlklerin sinemacısı Lütfi Hoca’nın sinemaya girdiği yıllarda sinemamızda bir
dönem bitiyor ve üretim ilişkileri farklı bir döneme geçiyordu. O yıllarda
bilgili ve nitelikli insana çok gereksinim vardı. Dolayısıyla kısa sürede film
yapım amirliğine ve film yönetmenliğine geçti. Yıllar önce Sezer (Sezin)
Hanım’dan bizzat dinlemiştim. Sezer Hanımın ondan yönetmenliğini Seyfi
Haveri'nin yaptığı “Damga” filminin yarım kalan sahnelerini çekmesini
istediğini… ama Lütfi Hoca’nın yeterli deneyimi olmadığı için buna direndiğini…
bunun üstüne kendisinin nasıl yakasına yapışarak O’nu ikna ettiğini… ve
kendisinin yapımcısı olduğu filmi ona nasıl tamamlattığını…
“Sinematekçiler” ve “Ulusal Sinemacılar” sinemamızın 1960’lı yıllarda ortaya
çıkmış, iki büyük entelektüel ekolüdür. Her iki ekol, zamanın politik ve
kültürel dalgalanmalarının üzerinde, hem birbirini karşı uçlara itmiş, hem de
birbirini karşılıklı olarak biçimlemiştir. “Sinematekçiler” her ne kadar
kendisini ısrarla Ulusalcı kanada koymuş olsalar da Lütfi Hoca her zaman buna
karşı çıkmış ve onlara da mesafeli kalmıştır. “Sinematekçilerin” kendini zamanın
politik kanadının soluna yerleşip, Ulusalcıları da ısrarla sağa doğru itmeleri
onların en büyük yanlışlarından birisiydi. İşin tuhafı devlet de Ulusalcıların
ilk filmlerini solcu bulup yasaklamıştı! Örneğin Metin Erksan’ın “Susus Yaz” ve
“Aşık Veysel Belgeseli”... Yıllar sonra Halit Refiğ’in “Yorgun Savaşçı”
dizisinin MGK tarafından yakılması kamuoyu tarafından duyuldu ama daha önce
Lütfi Hoca’nın Faruk Erem’in anılarından TRT için yaptığı TV filmlerinin
sansürlenmesi hep gözden kaçtı.
Lütfi Hoca tarihi ve sosyolojiyi iyi bilirdi. Sınıfta olmasa bile, kantindeki
sohbetlerimizde Marx’tan da bahsederdi. Bu yüzden hep “Gelin” filmi gelir hep
aklıma. Lütfi Hoca bu filmde kapitalizmin değer yargılarını nasıl sarstığını
metropolün bir gecekonduya yansıması üzerinden anlatır. Lütfi Hoca filmde
gecekondunun avlusunu tıpkı kırsal kesimdeki gibi kullanılır ve avlu evin içi
kadar önemlidir. Lütfi Hoca ailenin zengin bir semtte açtığı marketin caddesine
bile çıkmaz. Oysa daha sonra gelen genç sinemacıların birçok karakteri kent
varoşlarında koşuşturup durdu ama avluya gölgesi düşen metropolün gerçek
etkisini kimse Lütfi Hoca kadar derin anlatamadı.
Lütfi Hoca bize hareketli görüntülerle öykü anlatmayı öğretirdi. O yüzden sinema
dili dersinde yazdığımız senaryoların geliştiriminde bize diyalog yazmayı
yasaklardı. Bundan kastı, bize görüntülerin gücü ve semantik imkanlarını
anlatmaktı. Birlikte görüntülerin imkanlarını sonuna kadar zorlar, ancak mecbur
kaldığımız yerde diyalogları yazardık. O zaman bir insanın bir “evet” demesi
yerine, davranışlarıyla beş-on çeşit “evet” diyebildiğini!.. Bir oturumda Yılmaz
Güney de, Lütfi Hoca için, “O’ndan öğrendiği şeylerin başında insanımızın
davranışlarını incelemek gelir” demişti.
Lütfi Hoca sinema üstüne eğitmenliğe de tıpkı yönetmenlik serüveni gibi deneye
yanıla başlamıştı. Bir yönetmen olmanın ayrı bir şey, eğitmen olmanın başka
birşey olduğunu önce kendisi söyler, bu yüzden sık sık “birlikte öğreniyoruz”
derdi. Sinemanın okumaktan çok sözel anlatımla daha iyi ifade edileceğine
inanır, bu yüzden derslerde anlattıklarının “ders notu” haline getirilmesini de
istemezdi. “Okuyunca, evet zaten böyle birşey. Bunu biliyorum, dersiniz” derdi.
Bu yüzden sık sık, “Anladınız mı?” diye sorardı. Derslerinde anlattıklarını da
sürekli gözden geçirir, gelecek haftalarda ekler yapardı. Bazı üst sınıf
öğrencileri yine de ders notlarını düzenlemişlerdi. Lütfi Hoca bunu biliyordu.
Ben bir derste “Oyuncu” yerine “Özne” demeyi önermiştim. “Doğru, filmde bir
hayvan veya bir nesne de oyuncu olabilir” demiş ve verilen ilk teneffüste üst
sınıf öğrencilerini yanına çağırıp, ders notlarınızdaki bütün “Oyuncu” sözcüğünü
silip yerine “Özne” yazmalarını istemişti.
O yıllarda Jean Piaget’in “Epistomoloji ve Psikoloji” kitabı Türkçeye yeni
çevrilmişti. Ben algı üstüne okumayı seviyor ve kitabı kafa göz yararak okuyor,
okuduklarımı sinematografiye uyarlamaya çalışıyordum. Kuşkularım için, Piaget’in
çocuklar için yaptığı bazı algı deneylerini Lütfi Hoca’ya sormaya başladım. O
deneylerden birisinde Piaget, biri şeffaf ve eşit uzunluktaki iki borunun
ucundan aşağı doğru eşit hızda giden iki küçük top bırakır. Daha sonra da
çocuklara hangi topun hızlı olduğunu sorar. Çocuklar tereddütsüz yuvarlanırken
gördükleri şeffaf borudaki topun daha hızlı olduğunu söylerler. Demek ki
karanlığın psikolojik zamanı daha uzun algılanıyordu. Bu deneyi Lütfi Hoca ile
paylaşmıştım. O da bu bilgiyi hemen ders anlatımına kattı ve daha sonraki
haftalarda benim Piaget ile yolculuğumu sorar oldu. Bu deneylerden bir başkası
da, kesintili aralıklı noktalar önünde hareket eden bir nesnenin, kıyas
yapılamayacak bir uzayda hareket eden bir nesneye göre daha hızlı olduğunun
algılanması üstüne idi. Piaget deneye pratik bir örnek vermediği için
kavrayamamıştım. Bu deneyi de Lütfi Hoca ile paylaştım. Bunun için “Demek ki
bunun için ağaçlıklı yolda eşit hızda koşan iki adam düşüneceğiz… Ve arkadan
kovalayanı bir dizi ağaçların önünde koşuyor görürsek, daha hızlı koşmuş gibi
olacak!..” demişti.
Lütfi Hoca’nın belki de kendisinin bile farkında olmadan bana miras bıraktığı en
önemli problem, bir kantin sohbetinde, “Dikkat edin! Sinema insanlık tarihine o
kadar hızlı girdi ki, bu yüzden kavramlarının çoğunu diğer sanatlardan ödünç
alınmıştır,” demiş olmasıdır. Bu söz benim sinema için yazma serüvenimin adeta
temeli olmuştur. Bu cümleleri duyduktan birkaç yıl sonra anlamıştım; zaten kendi
sınırlarını tanımlayamamış Göstergebilim’in, zaten ödünç bir dille konuşan
sinema söz konusu olduğunda neden iyice çuvalladığını!.. Kendi kendime hep,
“Lütfi Hoca keşke bunu daha önce Christian Metz’e de söyleseydi de bunca insanın
kafası karışmasaydı!” diye gülümserim.
Lütfi Hoca bizle hep “Siz”li konuşurdu… Sabırlıydı ama kızdı mı dilini de
tutmazdı. Sinema alanında emeğin örgütlenmesi ve kurumlaşmasında O’nun büyük
çabaları vardır. Zamanında (Yeşilçam’da anlatılır!) sendikal örgütlenme için
toplanan ama sansür yüzünden devletle takışmak istemeyenlere, “hak verilmez
alınır, eşek herifler!..” diyen ve salonu terk eden de odur.
Lütfi hoca bir nesil sinemacının ağabeyidir. O nesil ki her şeye rağmen sinema
yapmıştır. O nesil ki taşeron Yeşilçam sermayesinin bütün kaypak tavrı ve
tahakkümüne rağmen, kendi sinemasını asla onlara teslim etmemiştir. Yeşilçam’da
onları çok az yapımcı anladı. Onların sineması, taşeron Yeşilçam sermayesi
içinde adeta gizlice örgütlenmiş bir yönetmen/yapımcı sinemasıdır. Fakat o
zamanlar üretim ilişkileri (şimdiki gibi) yönetmen/yapımcı sinemasını kaldırması
mümkün değildi. Onlar bu duruştan bir yere kadar taviz verdiler ve Yeşilçam’dan
çekildiler. Hepsi TRT’ye gittiler ama orada da sansürlendiler ve köşelerine
çekildiler. Dünyanın neresinde, bir ülkenin sinema tarihinin köşe taşı olan ama
çeyrek yüzyıldır film çekmeyen sinemacı vardır? Bu ayıp onların olmasa gerek...
Bu Olimposlulara direnen Prometheus’tan çok Sisyhos’un tavrıdır. Tek ve idealist
bir hedef için kendini kurban etmek yerine, tepelere taş taşırken, iki adım
ileri bir adım geri yapan, düşünen ve bir başka projeye geçen bir tavırdır. Ve
bu yüzden sonuna kadar radikal ve devrimcidir. Onlar Yeşilçam ve TRT’den sonraki
üçüncü adımı okulda kendilerini çoğaltarak devam ettiler. Hem de, aslında
devletin kalkınma planına, TRT’nin kuruluşu için kadro yetiştirmek için kurduğu
bir okulda, başlığın “televizyon” kısmını görmemezliğe gelip, yüzde yüz sinema
sanatını kayırarak...!
Lütfi Hoca ilklerin adamı olmayı hep sürdürdü. 80 küsur yaşında bilgisayar
kullanmayı öğrendi ve yazılar yazdı. Daha iki yıl önce Milliyet Sanat
Dergisi’nde yazdığı yazılar bir sanatçının yazabileceği nefis birer etnoloji ve
tarih makaleleridir.
Kararma ve Açılma…
Lütfi Hoca şimdi, daha önce yine kendisinin adını koyduğu bir yerde, “Işıkla
Karanlık Arasında”!..
1982 yılında ve yine ders dışındaki bir kantin sohbetimizde onun ağzından
şunları not etmişim; “Evren aslında karanlık ve sessizdir. Sinema salonu da
öyle... Fakat biz sinemacılar o karanlık salonun perdesine görüntü, salonuna da
ses döşeriz. Dolayısıyla evrenin doğasına aykırı bir iş yapmaktayız. O yüzden
çok dikkatli olmalı, onun doğasını gereksiz yere kirletmemeliyiz!”
Eminim, zamanında onunla çalışmış, ondan eğitim almış ve ona “Hoca” ve “Usta”
diyen herkesin dudak kenarlarında şimdi yarım kalmış bir gülümseme kaldığına...
Not
Üç yıl önce, seçki yazılardan oluşacak bir kitap için Lütfi Hoca hakkında benden
bir yazı istenmişti. Kısa sürede ve araştırma isteyen bir yazı yazamayacağımı
ancak anılar ve anekdotlar biçiminde yazabileceğimi söyledim. Fakat kitap için
zaman daraltılınca yazı elimde kaldı. Aşağıdaki yazı o yazıdır. Ama Lütfi Hoca
artık “Işıkla Karanlık Arasında”! O yüzden yazıda bazı uzak-tefek ekler ve
değişiklikler yaptım ve yazının fiil zamanlarını değiştirmek zorunda kaldım.
Hüseyin Kuzu
HİS - Herkes İçin Sinema
2011
Not
Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafından,
ticari olmamak kaydıyla, izinsiz olarak yayınlanabilir.