Lumiere kardeşlerin, 1895’te sinematografı keşfinin ardından başlayan sinema
macerası, 1920'li yıllara kadar neredeyse tamamıyla stüdyolara hapsolmuştu. Yeni
yeni ortaya çıkan sinema filmleri ve sinema türler tamamıyla stüdyo ekseninde
gelişiyordu. Oyunculuk, senaryo, ışık, dekorasyon ve mizansen aşırı ön
plandaydı.
1920'lerin başından itibaren başta sinema-göz kuramını ortaya koyan Dziga Vertov
olmak üzere bir çok kişiden kamerayı dışarıya, gerçek yaşamın içine çıkarma
çağrıları yapılmaya başlandı. Dünyanın çeşitli ülkelerinden, farklı kültürlerden
bir çok sinemacı senaryoyu, mizanseni, içeriği değiştiren kurgu anlayışını
reddeden manifestolar yayınlıyordu. Onlar bu çağrıları yapadursun, bir kişi
kamerasını çoktan dışarı çıkarmış, objektifini hayatın yalın gerçekliğine
çevirmişti bile. Bu kişi, ileride belgesel filmin ve keşif yöntemli doğalcı
geleneğin babası olarak anılacak Robert Flaherty idi.
1884 yılında doğan Robert Flaherty, çocukluğunu maden mühendisi olan babasının
yanında çalışma gezilerine katılarak geçirmiştir. Babasıyla çıktığı gezilerde
yeni kültürleri keşfetmeye başlayan Flaherty, bu tutkuyla 1910 yılında kaşif
olmuştur.
Üçüncü araştırma gezisinde, çalıştığı maden şirketinin sahibi Sir William
Mackenzie'nin tavsiyesi ile gittiği yerleri filme çekmeye başlar. Daha sonra, bu
konuda kendini geliştirmek için New York'ta 3 haftalık bir sinema kursuna
katılır.
İlk çekimini 1913 yılında Baffin Adası'nda yapar. 1916'ya kadar gittiği her
yerde çekim yapar. Madenciliğin ardından bu kez, kürk işi yapan bir şirkete
girer ve 5 kez kuzey kutbuna gider.
1919'da çektiği bütün filmleri kurgulayarak, Amerikan Coğrafya Derneği'nde
gösterime sunar. Fakat Flaherty, bu filmlerin başarısız olduğunu düşünmektedir.
Bunun nedeninin ise kendisine uzak, hiç tanımadığı kültürleri ve olayları çekmesi
olarak görmektedir. Ona göre, tanımadığı bir kültürü beyaz perdeye başarılı bir
şekilde yansıtamamaktadır. Bu düşüncesi ileride keşif yöntemli belgesel
anlayışının temelini atmasını sağlayacaktır.
İlk Belgesel Film : "Kuzeyli Nanook"
Flaherty, ticari araştırmalar yapmak için 1919'da kuzey kutbuna gider ve 3 yıl
Eskimolarla birlikte yaşar. Bu süre içerisinde kuzey kutbunu ve Eskimo yaşamını
filme çeker. Çalışmalarını sonlandırıp gemiyle geri dönerken sigarasından
sıçrayan bir ateşle başlayan yangında, bütün filmleri yanar. Fakat Flaherty
vazgeçmez ve tekrar kuzey kutbuna döner. 1922 yılında medeniyetten uzak bir
Eskimo ailesinin açlıkla ve soğukla mücadelesini anlatan, dünya sinema tarihinin
ilk belgesel film kabul edilen Kuzeyli Nanook (Nanook of the North) filmini
çeker.
Kuzeyli Nanook filminin oluşum sürecini Robert Flaherty şöyle anlatır:
''İlk filmim, bütünüyle gelişigüzel, oradan bir sahne, buradan bir sahne
gösteren, herhangi bir çizgisi olmayan ve süreklilikten yoksun bir
şeydi. Seyredenler can sıkıntısından uyumuştur herhalde. Gerçekten ben bile
sıkılmıştım. Karımla birlikte uzun süre kafa yorduk. Sonunda filmin kötü
oluşunun nedenini anladım.
On yıl yaşamış olduğum ve insanlarını çok yakından tanıdığım kuzeye dönersem, bu
kez tutunabilecek bir film yapabileceğim umudunda birleştik. ''Neden örnek bir
Eskimo ailesini ve bu ailenin bir yıllık yaşayışını ele almayayım ki?'' diye
sorduk kendimize. Hangi insanın yaşayışı daha ilginç olabilirdi? İşte dünyada
herhangi bir insandan daha az kaynağa sahip birisi! Hiçbir soyun sağ
kalamayacağı ıssız bir yerde yaşıyor. Yaşaması açlıktan ölmeye karşı sürekli bir
savaştır.
Çevresinde hiçbir şey yetişmez. Sadece öldürebileceği şeylere dayanmak zorundadır
ve korkunç bir iklimin baskısı altındadır. Kuşkusuz bu hikaye ilginç
olabilirdi. ''
Kuzeyli Nanook, filmi uzun uğraşlar sonucu Amerika'da gösterime girer. İlk hafta o
yıllar için çok büyük bir rakam olan 40 bin dolar hasılat yaparak büyük başarı
kazanır. Ardından İngiltere ve Fransa'da gösterime girer.
Belgesele konu olan ve kutuplarda yaşayan Nanook'un filmin gösterime girmesinin
hemen ardından açlıktan ölmesi, filme olan ilgiyi ikiye katlar.
Kuzeyli Nanook’un başarısı Hollywood şirketlerinin dikkatini çekmişti. Bu ilgi
üzerine Flaherty, bir kaç Hollywood şirketleri ile çalıştı. Fakat hiçbir zaman
Hollywood’a tam anlamıyla uyum sağlayamadı. Çektiği Potterymaker (1925), Moana
(1926), The Twenty-Four-Dollar-Island (1929) ve White Shaddows in the South Seas
(1928) filmlerinde de kendine özgü romantik biçem içinde doğalcı yaklaşımı
sürdürdü.
1931'de belgeselci John Grierson'un çağrısı üzerine İngiltere'ye gitti. Grison'la
birlikte Industrial Britain (1931) filmini çekti. İngiltere’de bulunduğu dönemde The Glassmakers of England (1933), The English Potter (1933), Art of English
Craftsman (1933) gibi bir dizi belgesel film çekmeye devam etti. Özellikle 1934
yılında çektiği Man of Aran (Aranlı Adam) filmi ile büyük ses getirdi.
1937 yılında Hindistan’a gitti. 2 yıllık bir çalışmanın ardından Elephant Boy
(Fil Çocuk) adlı belgesel filmini tamamladı. 1942 yılında çektiği The Land
(Toprak) ve 1948’de çektiği Louisiana Story (Loisana Öyküsü) filmleriyle de
kariyerine başarılı bir şekilde nokta koydu. 1951’de Amerika’da hayata gözlerini
yumdu.
Flaherty kamerayı hepimiz için ortak bir göz olarak niteler. Kamerasını dışarı
çıkarmaktan, uzak ülkeleri gezdirmekten korkmaz. Robert Flaherty, belgesel
sinemanın sağlam bir kuramsal çerçeveye oturtmanın ilk adımını atan, belgeselin
kitlesel bir iletişim aracı olduğunu sağlam bir biçimde gösteren gerçek
anlamdaki ilk belgesel yönetmenidir.
Flaherty’nin Sinema Anlayışı
Belgesel sinemanın kuramsal temellerini oluşturan İngiliz Belgesel Okulu’nun
kurucusu John Grierson belgeseli ‘gerçekliğin yaratıcı bir şekilde işlenmesi ve
yorumlanması’ olarak tanımlar. Bu da Flaherty ile başlayan belgesel film
düşüncesinin temelini teşkil eder.
Robert Flaerthy, Kuzeyli Nanook filmini çekerken, daha önceki çekimlerine göre çok
farklı bir yaklaşım sergilemiş, bu yaklaşımı geliştirirken de, daha önce
Eskimolarla geçirdiği deneyimlerinden yararlanmıştır. Flaherty, yeni yaklaşımını
şu şekilde açıklar; ''Eskimolar, bir fildişi parçasına biçim empoze etmez. Onların
amacı fildişinin içinde var olan biçimi açığa çıkarmaktır. ''Flaherty, bu bakış
açısını sinemaya taşıyarak, senaryoyu, oyunculuğu ve orijinal çekimdeki gerçekliği
bozan kurguyu reddeden belgesel sinemayı , keşif yöntemli belgesel türünü ve
doğalcı yaklaşımı başlatmıştır.
Keşif yöntemi, belgesel filmin konusunu oluşturacak toplumun yaşantısıyla ilgili
başlıca örnekleri yakalamayı ve görüntülemeyi başardığından ve bu için bu
toplumu çok iyi tanımak gerektiğinden, hatta bu toplum içinde uzun süre yaşamayı
zorunlu kıldığından Kuzeyli Nanook bu yöntemin ilk örneği kabul ediliyor.
Bu düşüncesini uyguladığı ilk film olan Kuzeyli Nanook’ta, Eskimo ailesinin
buzdan ev yapmaları, çocuklarını beslemeleri, avlanmaları gibi soğuk
yaşamlarının en ince ayrıntılarına kadar görülebilir. Nanook’un yaşam savaşını
gerçekçi bir biçimde ortaya koyan Flaherty, filmde geçen olayları senaryo
olmadan, olayların akışını tasarlamadan keşif yöntemiyle oluşturmuştur.
Flaherty, senaryoyu ve kurguyu tamamen reddetmiyordu. Onun yaklaşımına
göre, senaryo yaşamın gerçekliğini bozmayacak, yapaylaştırmayacak şekilde
olmalıydı. Bunun yolu ise, filme alınan kişilerin ve kültürün yakından
tanınmasından geçiyordu. Senaryoya göre çekilen bir film anlayışı değil, gerçek
hayatın içinden edinilen ön bilgiye göre planlanan bir çekim planlaması olması
gerektiğini öne sürüyordu. Stüdyoyu, yapay ışığı ve oyunculuğu ise tamamen
reddediyordu.
Madalyonun Öbür Yüzü
Aslında, Robert Flaherty yaklaşık 50 bin dolar bütçeyle, kuzey buz denizi civarına Sir William Mackenzie adına ticari konular üzerine araştırma yapması için
gönderilmiştir. Kuzeyli Nanook, filmini de bu sırada çekmiştir. Flaherty, her ne
kadar gerçekliği bozmadan olduğu gibi yansıtan doğalcı yaklaşımı savunsa
da, Kuzeyli Nanook filmini batı kültürünün görmek istediği bir gözden çekmiştir.
Batılıların, gelişmiş kültür ve medeniyet savlarına destek vermiştir.
Flaherty’nin beyaz perdeye yansıttığı Nanook, medeniyetten uzak, yaşama savaşı
veren, dünyadan habersiz, zavallı bir Eskimo yerlisidir. Filmin bir sahnesinde, Nanook
gramofon ve plakla karşılaşır. Plağın ne işe yaradığını bilmemektedir ve plağı
ağzına götürüp ısırır. Hayatında hiç plak görmemiş bir insanın, plağı ilk kez
eline aldığında yenmeyecek bir şey olduğunu tahmin edebileceği açıktır. Bu tiyatral sahne hem doğalcı yaklaşıma aykırıdır, hem de filmi izleyen batılı
izleyicilerin gözünde, kendi kültürlerine ait olmayan Eskimo yerlisini komik
duruma düşürmeye hizmet etmektedir. Ayrıca, o tarihlerde o bölgede silah
teknolojisinin bulunmasına rağmen Nanook’un ısrarla buzu delerek balık tutması
da enteresandır.
Filme sponsor olan şirketin bir kürk firması olması ile filmde insanların
iyi, kutup ayılarının kötü gösterilmesinin bağıntılı olduğu iddiaları hala
tartışılmaktadır. Bunlar Flaherty’nin belgesel anlayışını yaralayan öğelerdir.
Flaherty, filminin gerçekleri birebir yansıtmadığını kabul eder. Amacının
bulunduğu zamana sadık bir belgesel çekmek değil, geçmiş zamana ait Eskimo
geleneklerini ve yaşayış şeklini yansıtmak olduğunu söyler.
Film çekimlerinin ardından açlıktan ölen Nanook’un ölümünün filmin promosyonu
için kullanılması da ayrı bir etik tartışmadır.