Zaman zaman çok zengin olmayı şunun için istemişimdir;
İnsan soyunun -yani
hepimizin- enayiliklerini ortaya çıkarmak, kendi enayiliklerimizi kendimize
göstermek...
Zengin olmadan da yaptığım budur, hatta benim işim gücüm bu.
İkibinden çok öyküyü, yirmi romanı, onbeş oyunu, binlerce köşe yazısını, bunca
röportajı, sayılması zor bunca gazete ve dergi yazılarını hep bu amaçla yazdım.
İnsan soyunun enayiliklerini ortaya koymaya çalışırken, en başta kendi
enayiliklerimi hiç unutmadım. Başka türlüsü de olamazdı.
İnsan soyunun kimi enayiliklerini ortaya çıkarabilmek için büyük olanaklar, bunun
için de, çok zengin olmak gerekiyor. Zengin olsaydım, yıllardır kurduğum sanat
fantezilerimi gerçekleştirmeye çalışırdım.
Örneğin, yaşadığı yerlerdeki bir evde ya da bir eski kitaplığın deposundaki
dahaca bölümlenmesi yapılmamış kitaplar, elyazmaları ve belgeler arasından
Beethoven'in gün ışığına çıkmamış bir senfonisinin bulunduğunu, radyolar,
gazeteler, TV ve haber ajansları gibi bütün iletişim araçlarıyla dünyaya ilan
ederdim. Usta bir kompozitöre bestelettiğim bir senfoniyi Beethoven'in diye
büyük bir salonda ünlü bir orkestraya çaldırtırdım. Ne dersiniz, müzikten çok
anlayan, hani şu operaları bir ellerinde dürbün bir ellerinde notayla izleyen
dinleyiciler ve uzman müzik eleştirmenleri bu sahteciliği anlarlar mıydı? Ben
insansoyunun olumluluğundan hiçbir zaman umut kesmedim. Belki o senfoninin
Beethoven'in olmadığını, olsa bile pek öyle Beethoven'e yaraşır bir düzeyde
bulunmadığını ya da biçem başkalığı olduğunu sezen, anlayan bikaç kişi
çıkabilirdi. Ama onlar da, o büyük beğeni dalgası önünde karşı düşüncelerini
açıklayabilirler miydi?
Sanmıyorum.
Hiç anlamadığım bir sanat dalından sözettim. Pek az da olsa -iki yıl
akademisinde- öğrenimini gördüğüm resimden söyleşelim. Adı duyulmamış bir iki
amatör, akademiyi yeni bitirmiş bir iki genç ve bir iki naif ressamın
tablolarından karma bir resim sergisi açar, onların kırk-elli tablosu arasına
Picasso'nun albumlara geçmemiş, röprodüksiyonu yapılmamış, yani çok az kişinin
bilebileceği son döneminden iki-üç tablosunu da katardım.
Sonra sergiyi gezenlerin izlenimlerini dinlemek, uzman eleştirmenlerin
eleştirilerini okumak isterdim. Ne dersiniz, o karma sergideki resimler arasına
serpiştirilmiş Picasso'nun resimleri için neler söyler, neler yazarlardı?
Picasso'nun resimlerinin değerini, öbürlerinden büyük ayrımını anlayabilirler
miydi, yoksa türlü bilgiçlikler taslayıp o başyapıtları da eleştirerek öğütler
verir, Picasso'ya da nasıl resim yapılacağı öğretirler miydi?
Bu fantezinin çeşitlemesini de yapmak isterdim. Biri Budapeşte'de, biri
Hamburg'ta, Goya'nın İspanya'dan getirilmiş resimlerinden iki sergi görmüştüm.
Böyle bir Goya sergisi düzenler, o sergiye başarısız ressamların beş-on
tablosunu. serpiştirirdim.
Resimden çok anlayanlar, o başarısız resimlerle Goya'nın resimlerini ayırt
edebilecekler miydi, yoksa o acemi resimleri de Goya'nın sanarak, onlarda hiç
bilinmedik yepyeni değerler keşfeder gibi, Goya için daha önce yapılmış
yorumları mı tekrarlayacaklardı?
Hiç anlamadığım müzikten, birazcık anladığımı sandığım resimden sonra, işim
saydığım tiyatroya gelelim. Daha hiçbir yerde oynamadan, yayımlanmadan "Godo'yu
beklerken" oyununu Beckett'ten bir aylığına ödünç alabilseydik de Türkiye'deki
özel tiyatroların, devlet tiyatrolarının, belediye tiyatrolarının edebi
kurullarına, en uzman dramaturglarına bir Türk yazarının oyunu diye okutsaydık,
ne derlerdi bu oyun için?
Fantezimizi sürdürelim. "Godo'yu Beklerken", ya da "Öfke", "Salıncakta İki
Kişi", "Sandalyeler", "Hayvanat Bahçesi", "Polisler", "Kral Übü", bütün bu
oyunlar daha bilinip ünlenmeden Türk yazarlarının oyunu diye sahnelenmiş
olsalardı, tiyatrosever aydın seyirciler nasıl karşılar, ya hele tiyatro
eleştirmenlerimiz neler yazarlardı?
Bu fantezimizin de bir çeşitlemesini yapalım. Bikaç Türk yazarının oyunlarını,
ünlü Polanyalı, Fransız, İngiliz, Amerikan yazarlarının adlarını vererek onların
oyunu olduğunu ve dilimize çevrildiğini söyleyerek yine aynı edebi kurullara,
aynı dramaturglara verelim, nasıl bir sonuç alacağımızı sanırsınız?
Bu türlü fanteziler, yazın ve özellikle şiir dalında çok daha eğlenceli sonuçlar
verir. Ölmüş ya da yaşayan çok ünlü Batılı, şairlerin bizde pek bilinmeyen
şiirleri çevrilip altına, şair olarak ünlenmemiş bir Türk adı yazılarak
eleştirmenlere sunulsa, o değerli eleştirmenlerin yargısı ne oldurdu?
Özellikle Brecht'in şiirlerinde böyle bir denemeyi yapmayı çok isterdim.
Ya da bunun tersini yapsaydık; bir Türk'ün yazdığı şiirleri, örneğin Brecht'in
şiirleri diye yayımlasaydık, o şiirlerde kimbilir ne umulmadık, gizil değerler
keşfederlerdi değerli eleştirmenler!
Zaman zaman sahte tabloların sahteliklerinin ortaya çıktığı olur.
Ama onların sahte oldukları sanat ölçütleriyle değil, boyanın, tuvalin niteliği,
ışın geçirgenliği vb. gibi teknik ölçütlerle anlaşılıyor. Tıpkı bir yerli filmde
Barbaros'un bileğinde bir kol saati görülünce ya da Orhan Gazi' ye püro
içirilince, sinema eleştirmenlerinin zaman uyumsuzluğunu anlamalarına benzer bu
sahteciliklerin anlaşılması. İsmail Hami Danişmend, kendi yazdığı birkaç şiiri,
16.yy.da yaşamış Rabia Hatun diye uydurma bir kadın adıyla sunmuştu da, o
şiirlerin bu adda bir kadın şairin olamayacağını eleştirmenler ortaya
çıkarmışlardı. Ama şiirsel ölçütlerle elde edilmiş değildi bu başarıları;
şiirlerdeki sözcük, kavram, anlam vb.'nin 16 yy.'ın olmadığı, ancak 20. yy.
olduğunu saptamalarındandı.
Bu fantezi oyunlarını, bu sanat sahteciliklerini hiçkimse anlamaz değil elbet.
Ama zaman zaman sanatta övgü ve yergi dalgaları öylesine coşkulu olur ki, bu
genel coşkunun karşısına çıkmak kolay olmadığından, kimi anlayanlar da susmayı
yeğlerler.
Bunca uzun girişten sonra sözü, Federico Fellini'nin "Amarcord" adlı filmine
getirmek istiyorum. Daha baştan söyliyeyim ki, bir sinema yapıtı
değerlendirmesiyle, bu filmi sevmedim. Filmde, sinema değerleri dışında, çok
güzel şeyler var. (Elbet, her sinema sanatı filmse de, her film sinema yapıtı
değildir.) Amarcord'u seyrettikten sonra bu filmin Türkiye' ye getirilmesinde
büyük emek harcamış olan Ülkü Tamer'e sordum:
- Bu filmi seyirciler ve eleştirmenler, sinemada ustalığı belgelenmiş
Fellini'nin yapıtı olduğunu bilmeden seyretmiş olsalardı, yine de filmi
beğenirler miydi?
Ülkü,
- Ben, dedi, Fellini'nin olduğunu bilmeden seyretmiştim, çok sevmiş olduğum için
de Türkiye'ye getirilmesine çalıştım.
Doğrudur. Sevmiştir. Çünkü Ülkü Tamer, yaşamında da, şiir ve yazılarında da
"Gülmece Duyarlığı" olan bir sanatçıdır. Amarcord'da da alabildiğine ustaca
gülmece ögeleri kullanılmıştır. Filmi seyredip sevenlerin daha çok bu etki
altında kalmış olduklarını sanıyorum. Ama yine de, Amarcord'u, Fellini'nin
yapıtı olduğunu bilmeden seyretmiş olsalardı, sinema eleştirmenlerinin bu
coşkulu övgü fırtınasını estireceklerini hiç sanmıyorum. Ne yazık ki, böyle
olduğunu ispatlayacak bir fantezi oyununu gerçekleştirecek olanaklarım yok.
Elimde olsaydı, aynı eleştirmenlere, Fellini'nin olduğunu bildirmeden Amarcord'u
seyrettirip sonra düşüncelerini öğrenmek isterdim. Yine de Amarcord'a, Milos
Forman'ın "Guguk Kuşu"nun önünde birincilik verirler miydi?
Beğenilerine güvendiğim dostlarım vardır. Ülkü Tamer bunlardan biridir. Hem
Fellini adına, hem Ülkü Tamer'in beğenisine güvenim yüzünden, salt bu filmi
seyredebilmek için 90 km.'lik yoldan filmin gösterilişine yetiştim. Yani salonda
koltuğa oturduğumda, nerdeyse önyargılı denilecek biçimde, Amarcord'u beğenmeye
hazırlıklıydım. Ama sevemedim.
Ülkü, neden sevmediğimi sorunca,
- Çünkü, sinema değil de ondan... dedim.
Ülkü, bu filme değgin yazmamı istedi. Bense, Amarcord üstüne bir açıkoturum
yapılmasını önerdim.
Sinema Yazarları Derneği, Sinematek ve Sinema Enstitüsü, bu kurumlardan biri ya
da birleşik olarak üçü bir açıkoturum düzenleyebilir, oradaki konuşma ve
tartışmaları "Sanat Olayı" yayımlayabilirdi. Bu da olumlu bir sinema devinisi
yaratırdı. Açıkoturumda ben de bu film üstüne düşüncelerimi açıklardım. Hem
"Otobüs" filmi üstüne kısa yazımın ağır yergi ve saldırılara uğraması, hem de
sinema eleştirisinin birincil işim olmaması yüzünden Amarcord için yazmak
istemiyordum.
Eleştirmenlerin tutumu, doğal olarak çok değişik oluyor. Kimi anladığı için bir
yapıtı içtenlikle över ya da yerer. Kimisi, anlamasa da, yapıtta belki
kavrayamadığı değerler vardır, değerli bir yapıtı anlamamış görünmesin diye
över. Kimisi genel yergi ya da övgü dalgasına kapılıp över ya da yerer. Kimisi
anlar ama, kanısı genel beğeniye aykırı düştüğünden, genel beğeni dalgasına
karşı koyma yürekliliğini gösteremediği için susar ya da şöyle bir geçiştirir.
Gerçekten değerli eleştirmenlerin beğenmedikleri kimi yapıtların sonradan
başyapıtlar sayılarak ya da tersi, çok beğendikleri yapıtların gelecekte
unutulduğu görülerek, yanıldıkları olmuştur.
Örneğin bir dönem Rus edebiyatını yönlendirmiş Bielinski ve bizden Nazım
Hikmet'te olduğu gibi... Kimi eleştirmen de, ilerde böyle bir yanılma
olasılığını göze alamadığı için sudan övgüler düzer ya da yerer. İlerde,
yargılarının yanlışlığının anlaşılması karşılığı bile olsa, ne olur ne olmaz
diye içtensizlikle geleceğe yatırım yapanlardan değil, içtenlikle yargılarını
açıklama yürekliliğini gösteren eleştirmenlerden yanayım.
Bigün, Türkiye'den hangi yazarın Nobel ödülünü alabileceğinin tartışıldığı
Varlık Yayınevi'nde, Yaşar Nabi, Yaşar Kemal'in Nobel'i alamayacağını, ama
sevdiği ünlü bir şairimizin adını söyleyerek, O'nun almasının daha olası
bulunduğunu söylemiş.
Nedenini sorduklarında da,
- Çünkü demiş, Yaşar Kemal roman yazıyor, roman düzyazı olduğundan anlaşılır.
Anlaşılınca da Yaşar'a vermezler. Ama şiir öyle değil, pek anlaşılmaz.
Anlaşılmayınca da, Nobel jürisi, herhalde önemli bişeyler söylüyordur diye ödülü
verebilirler.
Pek öyle gülmece duyarlığı olamayan Yaşar Nabi'nin bu sözleri şaka diye mi,
ciddi olarak mi söylediğini bilmiyorum ama, kimi eleştirmenler için hiç de
yabana atılır bir gözlem değil bu sözler.
Eleştirmenlerin bir de çoğunluğun beğendiğini ille de beğenmeyenleri vardır.
Hele yerli olan hiçbir yapıtı beğenmemekle -özellikle yazında- ne ince, ne
seçkin ve ne kerte aydın, sanattan ne çok anladıklarını dolaylı olarak göstermiş
olduklarını sanırlar.
Amarcord'u, bir sinema yapıtı olarak beğenmediğimi söylerken, ne çoğunluğun
beğendiğini ille de beğenmek gerektiği kişiliksizliğine, ne de çoğunluğun
beğendiğini ille de beğenmemek gerektiği bireyleşmesine düşmek istemiyorum. Hem
"Otobüs" deneyinden, hem de sinema e1eştirmenliği birincil işim olmadığından,
Amarcord üstüne yazmak istemiyordum. Ama Cumhuriyet'te Atilla Dorsay'ın
Amarcord'u beğenmedim diye bana laf dokundurmasını okuyunca bu söyleşiyi yazmak
zorunda kaldım.
Sinema yazılarını ve çevirilerini beğeniyle, yararlanarak, çok şey de öğrenerek
okuduğum Atilla Dorsay 12 Mayıs tarihli Cumhuriyet'te Amarcord'a değgin
yazısının bir yerinde şöyle diyor: "Filmin burdaki galasında pek ünlü bir
yazarımız beğenmemiş, neden olarak da "Bu sinema değil" demiş. Ne doğru bir
söz!... "Amarcord" sinema değil gerçekten, sinemayı aşan bir şey bu. (.....)
Kesinlikle değil" Atilla Dorsay'ın bu sözlerine doğrusu pek çok şaştım. Hiç
alıngan da, övüngen de değilim ama, yazısındaki o "pek ünlü yazarımız"ın benden
başkası olmadığı belli. Yetmişe yaklaşan yaşımın kırk yılını gülmece yazınına
harcamış bir yazar olarak "pek ünlü yazarımız ... beğenmemiş." küçümseyerek
alayından hoşlanmadım; alay ettiği için değil, üstü kapalı alay ettiği için...
Atilla Dorsay ve kimi yazarlar neden dolaylı olarak küçümseyip alay ettikleri
yazarların adını açıkça yazmazlar da böyle üstü kapalı anıştırma yollarını
seçerler? Beğenisizliğimi ve anlayışsızlığımı ilan edip okurların da önünde
küçültmemek için beni koruyor mu, "pek ünlü" demek alay değil ki, demek için mi,
yoksa yoksa "senden başka pek ünlü yazarımız yok mu?" demek için mi?
Dorsay'a göre, sinemadan anlayanların Amarcord'u ille de beğenmeleri gerekir; o
filmi beğenmemek bir beğeni düzeysizliğidir. Bu beğenisizliğimle alay için
"ünlü" betimlemesiyle de yetinmeyip ünlülüğü bir de "pek" le pekiştirmiş.
İyi bir okur, yazılanların arasındaki yazılmamış olanları da okuyabilendir. Buna
"sözcüklerin arasındaki boşlukları da okuyan okur" denilebilir. Dorsay'ın "pek
ünlü" ile "beğenmemiş"i birleştirdiği tümcenin arkasından şu tümcesi geliyor:
"... Fellini, kaba ve yalın bir gerçekçilik duygusunu bozmak için elinden geleni
yapıyor." işte böylece benim Amarcord'u neden beğenmemiş olduğum da ortaya
çıkmış oluyor. Yazılanların arkasındaki yazılmayanları, sözcükler arasındaki
beyaz boşlukları okursak Dorsay'ın yazısını daha iyi anlarız: Amarcord yalın ve
kaba gerçekçi bir film değil ki o pek ünlü (!) yazarımız beğenmiş olsun...
Kendimi savunmaya kalkacak değilim; çünkü benim ne tür bir gerçekçi olduğumun
dağlar gibi tanıkları var; sekiz basılı oyun: "Biraz Gelir misiniz", "Bişey Yap
Met", "Düdükçülerle Fırçacılar», «Tut Elimden Rovni» vb. ve daha masallar ve
daha... ciltler... Charlie Chaplin'inkiler de içinde, bugüne dek en sevdiğim
film "Milano Mucizesi" olmuştur; hem de gerçekçi olduğu için.
Neden beğenmemiştim Amarcord'u? Sinema değil diye... Atilla Dorsay, sinemadır,
demiyor ki... Dediği şu: "Ne doğru bir söz!.. Amarcord sinema değil gerçekten,
sinemayı aşan birşey bu. (......) Kesinlikle değil"
Aynı şeyi söylediğimize göre anlaşmamız gerekirdi. Kesinlikle sinema değil de,
sinemayı aşan bir şeyse (her nasıl bişeyse) o zaman o bir şey üzerine konuşuyoruz.
Ama ben Amarcord'un "sinemayı aşan birşey" diye değil, sinema diye
gösterildiğini sanıyorum. Dorsay, Amarcord sinemanın bilinen kurallarını aşıp
yeni kurallar getiriyor demek istiyorsa, bunu da tartışırız. Bence hiçbir yeni
kural da getirmiyor, hiçbir eski kuralı da yıkmıyor; ancak sinemanın bilinen
kurallardan kimisini yerine getirmiyor.
Dorsay benim "Amarcord sinema değil" sözüme karşı, Amarcord'un sinema olduğunu
ispat edemeyeceği için O da her ne denli "Amarcord sinema değil" diye yazmışsa
da, yine de Amarcord'un sinema olduğuna inanıyor. Dorsay, yazılarının dikkatle
okunmadığını sanıyorsa kendisine haksızlık ediyor; yazılarını dikkatle okuyan
okurlardan biriyim ben.
"Kesinlikle sinema değil" diye yazdığı yazıdan iki hafta sonra (29 Mayıs -
Cumhuriyet) Amarcord için şöyle yazıyor: "Sinema sanatının doruk noktalarını
simgeleyen başyapıt"lardan biri ve nihayet Fellini'nin Amarcord'da yarattığı o
sımsıcak, şiir dolu dünya, bize sinemanın ne olduğunu, neler olabileceğini
yeniden anımsatmıştır.
Atilla Dorsay'a göre Amarcord hem "kesinlikle sinema değil", hem "sinema
sanatının doruk noktalarını simgeleyen başyapıt" olarak "bize sinemanın ne
olduğunu, ne olacağını yeniden anımsatmıştır.
Amarcord, Fellini gibi bir ustanın, hem metin hem reji olarak, yapıtıdır.
Amarcord'u, bütün eleştirmenlerimiz beğenmişlerdir. Amarcord'un, sinemalarda
gösterimi beş haftadan beri sürmektedir. Amarcord, seyircinin sevgisini
kazanmıştır. Ve Amarcord, Sinema Yazarları Derneği'nce yılın en iyi filmi
seçilmiştir. Böyle bir filmin, sinema olmadığını, bu yüzden de onu sevmediğimi
söylemek kolay değil. Demek işim zor, Otobüs filminde de olduğu gibi... Ben
neden beğenmediğimi açıklamalıyım, Dorsay ve ötekiler de neden beğendiklerini
açıklamalıdırlar. Dorsay'ın bu filmi neden beğendiğini, yazısından anlamaya
çalışalım:
"Amarcord, sinema tarihinin en varoluşçu filmlerinden biri..." "Üstelik araya
giren birisi, avukat Olivetti iki de bir kasabanın geçmişi, bugünü ve kişileri
üstüne bilgi kırıntıları vererek Fellini'nin anılar toplamının sunuluşuna
Brecht'çi bir tad da getirmiyor değil," Eskiden kimi gazetelerde "Biraz da
Gülelim" başlıklı "pestenkeran!" yazılar vardı. Her şeyi vermiş de gazete, çok
ciddi düşünceler yazılmış da, okur biraz da gülsünmüş. Ya da kimi
milletvekillerinin kısa yaşam öykülerinde söylendiği gibi: "Az Almanca bilir..."
Her şeyi bilmiş bitirmiş de, üstüne az da Almanca biliyor.
Sinema tarihinin en Varoluşçu filmlerinden biri Amarcord'da "Brechtçi bir tad"
da varmış. Biraz da Brecht... Her şey var da -gerçekten çok şey var- üstüne de
az Brecht... Tiyatroda da yapanlar oluyor bunu; oyunun bir iki yerinde zırtpırt
bir sunucu çıkıp seyircilere doğru konuşursa, seyirciyi oyuna yabancılaştırmış
oluyorlar al sana Epik oyun!.. Bertolt Brecht'in, "Sinema Yazıları" adlı
kitaptaki, birkaç yazısını çevirmiş ve o kitaptaki yazıların redaksiyonunu yapmış
olan Dorsay, Amarcord'da bir kasaba avukatı seyircilere doğrudan açıklamalarda
bulunuyor diye, araya bir de Brecht'i katmamalıydı. O zaman, koro ya da sunucu
olan, Brecht'den bin, ikibin yıl önceki bütün klasik oyunlarda da Brecht'çi bir
tad bulunabilir.
Dorsay'ın Amarcord övgülerinden, söyleşiyi daha da uzatmamak için, salt bir
parçayı alıyorum:
".....Büyükbabanın yoğun siste kaybolup, hem de tam evinin önünde olduğu halde
"Nerdeyim ben? Ölüm böyleyse, hiç de hoş bir şey değil. Her şey bitti. İnsanlar,
ağaçlar, gökte kuşlar yok artık." diye söylenmesi, içerdiği komik öğeyle
birlikte, ölüm duygusu, düşüncesi üstüne ciltler dolusu felsefi incelemeden daha
keskin ve kesin bir şeyler söylemiyor mu? Hayat ve ölüm üstüne, varlığın gizleri
üstüne düşünmeyi, sinemanın şiiriyle dile getirmiyor mu Fellini?"
Hayır, getirmiyor Fellini. Dorsay, filme duyduğu aşırı hayranlıkla övgünün
ölçülerini de kaçırmış, sınırını da şaşırmış. Bir yaşlı adamın yoğun siste,
evinin önünde evini bulamayıp yukarıdaki sözleri söylemesinde elbet, kendine
göre, bir yaşam felsefesi vardır.
Her gün her ülkede yüzbinlerce, milyonlarca yaşlı, buna benzer, bundan çok daha
içinde yaşam felsefesi denilecek düşünceler bulunan sözler etmektedirler. Tıpkı
"Yahu ben hep nesir konuşuyormuşum da haberim yokmuş!" gibi, milyonlarca yaşlı
"Felsefe konuşuyorlarmış da haberleri yokmuş..." Ama bu biraz gülmeceli olağan
sözlerden "ölüm düşüncesi üstüne ciltler dolusu felsefi incelemeden daha KESKİN
ve KESİN bir şeyler" anlamak -lütfen benim anlayışsızlığıma verilsin- bana hiç de
olası gelmiyor.
Daha da önemlisi, Dorsay'ın filmden aktardığı bu küçük bölüm, Amarcord' un neden
sinema olmadığını çok iyi gösteren bir parçadır. Yoğun siste bir yaşlı
kasabalının yolunu yönünü şaşırıp da yukarıdaki sözleri etmesi, sinema değil,
edebiyattır; ancak yazı makinesiyle ya da kalemle yazılarak anlatılmış değil de,
kamerayla gösterilerek anlatılmış bir edebiyattır. Yani bu edebiyatın ayrımı,
kullanılan anlatım aracıdır; kalem yerine kamera kullanılmıştır. Amarcord'a
sinema değil deyişimin pek çok nedenlerinden biri ve en önemlisi budur işte.
Amarcord gerçekten biçok değerler taşıyan bir filmdir, ama anlattıklarının
çoğunu yukarıdaki örnekte olduğu gibi -sinema diliyle değil, kamerayı kullanıp
edebiyat olarak anlatmış,- kameracının o olağanüstü ustalık hünerlerine karşın
kamera, sanki kalemmiş, yazı makinesiymiş gibi kullanılmıştır. Bu savımı daha da
belirtmek için, filmi eleştirenlerin hepsinin çok beğenip yazılarına aktardığı
filmden başka bir parçayı alacağım. Amarcord'un baş kişilerinden Bobo'nun -ki
Fellini'nin çocukluk dönemi- yapı kalfası olan babasının kurdurduğu yapıdaki
işçiler, yoksul bir öğle yemeği yerlerken içlerinden biri şöyle der:
"Babam tuğla örüyordu, dedem tuğla örüyordu, ben tuğla örüyorum. Binlerce,
onbinlerce tuğla, tuğla dağları. Yaşasın tuğlalar! Ve benim evim yok..." Bu
sahneye -özellikle sahne diyorum- seyirciler olumlu tepki gösterip güldüler. Hiç
kuşkusuz, galanın seyircileri, aydın, sinemadan, sanatından anlayan kişilerdi.
Hepsine teker teker sorabilseydik:
- Niçin güldünüz?
İçtenlikle yanıt verirlerse,
- Güzel söz, gülmeceli söz de onun için...diyeceklerdi.
O denli güzel söz ki, altalta koyup okuyalım şöyle:
Babam tuğla örüyordu
Dedem tuğla örüyordu
Ben tuğla örüyorum
Binlerce onbinlerce tuğla
Tuğla dağları
Yaşasın tuğlalar
Ve benim evim yok
Bence bu şiirdir, hem de Brecht'inkilere pek benzeyen şiir... Evet, şiirdir ama,
sinema değildir, şiirsel sinema da değildir.
Bu çok beğenilen bölüm, sinema diliyle anlatılmadığı, edebiyat olarak (sözle)
anlatıldığı ve bu söz seyirciye kamera aracılığıyla iletildiği için kesinlikle
sinema değildir. Bu filmin yarısından çoğu, büyük görüntü ustalıkları olmasına
karşın, sinema diliyle değil, sözle anlatılmıştır. Filmde edebiyat, sinemadan
çok daha ağır basmaktadır. Amarcord'u çok beğenen sinema eleştirmenleri hiç
değilse bu gerçeği yadsıyamazlar, yadsıyamamalıdırlar.
Önce sesli, sonra sözlü sinema bulundu. Charlie Chaplin, sesli sinemaya karşı
olmadı, ama sözlü sinema çıkınca hem karşı oldu, hem de uzun süre sözlü film
çevirmedi. Sonunda doğal, olarak teknik yengin çıktı. Chaplin de sözlü filmler
çevirdi.
Chaplin'in sözlü filme karşı oluşu, bir sanatçı kaprisi, eskiyi benimseyip
vazgeçememe, tutuculuk, yeniye karşı olma değildi. Söz, edebiyatın öğesi ve
edebiyat da sinema değildir. Bir filmde ne denli edebiyat varsa, o denli sinema
yoktur. Çünkü sanat yapıtı, yaratılırken kullanılan araca göre anlamlaşır,
biçimlenir. Resim, fırça ve boya ya da kendi başka gereçleriyle; edebiyat, sözü
yaratan kalem yazı makinesiyle; müzik sesi yaratan çalgılarla: sinema da
görüntüyü (filmi) yaratan kamerayla tasarlanır, düşünülür ve biçimlendirilerek
anlatılır. Sinema, dünyayı kamerayla bakıp görmek, demektir. Dünyaya kamerayla
bakan Chaplin, sinemaya edebiyat anlatımının girmesine karşıydı. Sonraları sözün
(edebiyatın) sinemanın düşmanı değil, yardımcısı, destekçisi olması gerektiği
anlaşıldı. Tıpkı, resim, müzik gibi, söz de sinemanın destekçisi olmalıdır.
Kamerayla anlatılmak istenileni, müzik, resim ve söz destekleyerek daha çok
onaya çıkarıyorsa, bunlar sinemanın önüne geçmiyorsa, ancak o zaman bu
sanatlarla bütünleşerek sinema sanatı olur. İyi bir sinemada, her kadar ayrı bir
resim değer ve düzeninde olabilir, ama biz yine de bir resim değil, sinema
seyretmeliyiz. (Bu yazıyı kitaplığımdan uzakta yazdığım için, şimdi
anımsayamadığım, adını arayıp bulamadığım o Hintli rejisörün çok ünlü filminde
olduğu gibi). Sinemanın müziği çok başarılı demek, sinemada konser dinliyoruz
demek değildir; sinemaya destek olan, sinemayı daha etkili kılan müziği
dinlemeliyiz; öyle ki çok kez müziği dinlediğimizi bile ayrımsayamayız. Sinema
için söz de böyledir.
Sözlü sinema çıktıktan on - on beş yıl sonra, söze karşı -belki de iyi
kullanılmamış, yani sinemaya destek olmamış- söze karşı öyle büyük tepki uyandı
ki, baştan sona sözsüz filmler (anımsayabildiğim "Ağa düşen kadın" gibi örneğin)
yapıldı. İçlerinde iyiceleri de oldu ama, sözden bu denli kaçınmanın, sözün
desteğini almamanın da sinemanın aleyhine olduğu görüldü.
Sözün sinemaya nasıl destek olduğuna, yine Amarcord'dan bir örnek vereyim.
Ergenlik çağındaki yeniyetme Bobo, çoktan içinin kaynadığı kasabanın güzel,
oynakça, ama nerdeyse evde kalmaya yüz tutmuş güzel kızı Gradisca'yı tenha
sinema salonunda görür. Yeniyetme, kıyın kıyın, çaktırmamaya çalışarak olgun
kıza sokulur. Elini yavaşça kızın dizine atar. Gradisca sesini çıkarmayınca
yüreklenip az daha içeriye, eteğin altına doğru uzanır. Yine kızdan ses yok...
Eh, sesini çıkarmaması da bir yanıt demektir. Bobo, elini kızın donuna doğru
uzatınca, Gradisca hem de umursamadan sorar:
- Ne arıyorsun?
Yeniyetme yerin dibine geçip elini çeker, süklümpüklüm oradan kalkıp gider.
İşte bu, tam bir sinema bölümüdür. Bu kısa bölümde sinemanın dili olan kamera
konuşmuştur. İki insanın psikolojisi ve ona bağlı davranışı görüntüyle
anlatılmış, bu anlatımı iki sözcük de "Ne arıyorsun?" desteklemiştir. Bu iki
sözcük olmayabilirdi, ama olması sinemaya bir destek olmuş.
Ola ki ben yanılıyorumdur. Çok yanlış yargılarda bulunduğum ilerde anlaşılsa
bile, içtensizlikle ya da çoğunluğun beğeni akıntısına kapılarak beğenir
görünmek ya da beğeni dalgasından ürkerek susmak yerine gelecekte verilecek
aleyhimdeki "Ne anlayışsızmış!" notunu şimdiden göze alarak, Amarcord'u, bir
sinema yapıtı olarak beğenmediğimi söylemeyi yeğlerim.
Bu yazı bir sinema eleştirisi, sinema eleştirisi de benim işim değil.
Amarcord vesilesiyle sinema üstüne biraz düşünmek, düşündüklerimi açıklamak
istedim. Kendimce, Amarcord'un sinema olmayışının daha çok kanıtları var. İyice
uzayan yazımı daha da uzatmamak için burda kesiyorum.
Tartışma açılır da gerekirse başka bir söyleşide de öteki kanıtlarımı ileri
sürerim. Söylediklerim, elbette sinema eleştirmenlerince bilinmeyen bilgiler
değil; bunlar sinemanın ABC'sinden sayılır.
Dorsay eleştirisinin sonunda "Amarcord mutlaka birkaç kez görülmeli" diyor.
Doğrudur, bütün yüreğimle katılırım. fırsat bulabilirsem, ikinci, üçüncü kez
görmek istiyorum.
Amarcord için, kötü film demedim. Olağanüstü başarılı görüntü ustalıkları, çok
başarılı mizansenler var. Bunlar bir sinema yapıtı için çok gerekli, ama yeterli
değildir. Hele kameracının ustalığı ve Fellini'nin okuduğum film hikayesine
uygun biçimde kamerayı kullanışına büyük hayranlık duydum. (Otobüs filminde de
kamera ustaca kullanılmıştı.) Dorsay'ın öğütüne uyup bikaç kez daha Amarcord'u
seyretmeye çok çalışacağım. Ama Dorsay da bu yazıyı okuduktan sonra bikez daha
seyrederse, belki Amarcord'u daha başka türlü görecektir.
Aziz Nesin
Nesin Vakfı, 1 Haziran 1981
Aziz Nesin "Sinema Dolayısıyla Bir Söyleşi", Sanat Olayı, sayı:7, Temmuz 1981,
s: 20-24.