Sinema salonu ekonomisi artık tamamen mısır-kola-mısır döngüsüne dayanıyor...
Amerikalı sinema işletmecilerine göre mısıra ekstra tuz eklemek, böylelikle
seyirciyi daha fazla kola içmeye sevk etmek ve sinema koltuklarına bardak
çıkıntısı eklemek, sesli sinema kadar önemli icatlar. Salon sahiplerinin,
stüdyolarla bazı seyircilerin sinirini bozan başka buluşları da var.
Kızımla artık sinemaya gitmiyoruz. Daha doğrusu gidemiyoruz. Çünkü, sinemaya
gitmeme davranışı, özgür irademizle aldığımız bir karara dayanmıyor. Patlamış
mısırları kıtlıktan çıkmış gibi ağızlarına tıkanların çıkardığı sese tahammül
edemediğimiz için gidemiyoruz.
Sırma'nın mısır sesine karşı geliştirdiği obsesyon benimkini aşıyor ama,
kavgalara beraber giriyoruz. Hemen iki koltuk ötemizde, patlamış mısırla boğuşan
bir kadına "yavaş ye" diye bağırdığı ve kadının yanındaki kadının üzerime
frigosunu attığı (ve benim de aynen geri fırlattığım) günden beri sinema
salonlarına ayak basmış değiliz. Evde DVD seyretmekle yetiniyoruz.
Aynı sigarasız alanlar gibi, patlamış mısırdan arındırılmış tampon sinemalar
oluşturulmasını bekliyoruz.
Ancak, Hollywood kökenli sinema ekonomisinin perde arkası, tampon bölge fikrinin
tamamen bir ütopya olduğunu gösteriyor. "The Big Picture: The New Logic of Money
and Power in Hollywood" adlı kitabın yazarı Edward Jay Epstein, sinema salonu
ekonomisinin artık tamamen mısır-kola-mısır döngüsüne dayandığını yazıyor.
Sinema salonlarını besleyen kanal, artık filmin kendisi değil. Salonlar biletten
sağlanan gelirle değil, patlamış mısır ve kola satışlarıyla dönüyor.
O kadar ki, bir sinema işletmecisi koltuklara eklenen "kola koyma uzantısı"nı
sesin icadından bu yana en büyük teknolojik buluş olarak tanımlıyor. Çünkü
böylelikle sinemasever, kolasını koltuğunda bırakıp yeniden mısır almaya
gidebiliyor. İnsanları daha fazla kola içmeye sevk etmek için, mısıra ekstra tuz
eklemeyi de dahiyane bir fikir sayıyor. Mısır-kola-mısır döngüsü böyle yürüyor.
MISIR SUSATINCA KOLA SU GİBİ AKIYOR
Bugünün sinema salonları artık üç ayrı iş alanında faaliyet gösteriyor.
Öncelikle, mısır ve kola ile diğer eğlencelikleri piyasadaki fiyattan kat kat
pahalı satarak fast-food işi yapıyor ve bütün kárı, stüdyoya koklatmadan, olduğu
gibi cebe indiriyorlar. Satılan her 1 dolarlık patlamış mısırdan 90 cent kár
ediyorlar. Mısır aşırı derecede susattığı için yine yüksek kár marjı olan bir
ürün devreye giriyor; kola.
Bizim sinemalardaki mısır yiyiciler, elindeki bittiğinde yenisini almak için
antraktı bekler ya, ABD'de film arası verilmediğinden, mısır geliş gidişleri
seans esnasında vuku buluyor. İşte bu nedenle sinema sahipleri, çok karmaşık
entrikaları olan filmlerden pek hazzetmiyor; çünkü bu takdirde seyirciler
koltuklara mıhlanıp mısır almaya gitmiyorlar. Salon sahipleri, fikir bazında
komplo düzeyi düşük, bol aksiyon ve gürültülü filmleri ve yerinde duramayan,
hareketli seyircileri tercih ediyor.
ÇOK SALONLA MAKİNİSTTEN TASARRUF
Sinema salonlarının faaliyet gösterdiği ikinci alan tabii ki film gösterimi.
Gişe geliri stüdyolarla yarı yarıya paylaşılıyor. Ancak bu iş, mısır patlatmaya
benzemiyor. Maliyeti çok yüksek. Yer göstericiden temizlik elemanlarına,
projeksiyoncudan -ya da makinist diyelim- düzenli olarak değiştirilmesi gereken
projeksiyon lambalarına, gösterinin devam etmesi için gerekli bütün harcamalar
salon sahibinin cebinden çıkıyor. Tabii onlar da maliyeti düşürmek için bazı
yollara başvuruyor. Örneğin her biri 1000 dolardan fazla olan projeksiyon
ampullerini yeterince sık değiştirmiyorlar. Böylece perdedeki görüntü giderek
matlaşıyor.
Sonra, her salonda oynayan film için ayrı makinist gerekiyor. Ancak sekiz salonu
bulunan bir multipleks, tek makinist istihdam edip yedi kişiye daha ücret
ödemekten kurtuluyor. O tek makinistin bir projeksiyon odasından diğerine koşup
sekiz filmi birden idare etmesinin bazı bedelleri var. Makinist bir filmle
ilgilenirken, diğer odadaki makara sıkıştığı takdirde lambanın filmi yakması
gibi bir risk söz konusu. Bu nedenle makinistler, makarayla lamba arasındaki
mesafeyi hafifçe açıyor. Ancak bu da filmin odağının kaymasına ve perdedeki
görüntü kalitesinin bozulmasına yol açıyor.
Sinemaların üçüncü faaliyet alanı ise reklam işi. ABD'de 2004 yılında sinemalara
verilen reklam hacmi 374 milyon dolar. Hemen hiç maliyeti olmadığı için, işin bu
kısmına bayılan salon sahipleri, volümü sonuna kadar açarak seyircinin dikkatini
çekmeye çalışıyorlar. Film stüdyoları ise durumdan şikayetçi. Çünkü sinema
salonları, stüdyonun ürünü sayesinde reklam alıp para kazandığı gibi, reklamlara
yer açmak için "gelecek program"lara ayrılan zamandan çalıyor. Fragmanlar bedava
reklama girdiğinden, bunlara ayrılan zaman tamamen sinemanın iyi niyetine bağlı.
AMERİKALI NEDEN SİNEMADAN UZAKLAŞIYOR
Sinema salonu sahipleri, reklam işinin tıkırında yürümesi için filmlerin 128
dakikayı geçmesini de istemiyor. Çünkü film uzadığı takdirde reklama vakit
kalmıyor, ya da yeterince reklam girebilmek için akşam seanslarını üçten ikiye
indirmek gerekiyor. Seansların üçten ikiye inmesi de mısır-kola-mısır döngüsünün
yüzde 33 oranında azalması anlamına geliyor.
Sinema salonları için ticari açıdan en iyi film, mısır ve kolada iyi gişe yapan
film. Peki gerçek anlamda gişeler ne durumda? DVD'ler, korsan filmler, geniş
ekranlı plazma TV'ler, iPod'lar ve yüksek bilet fiyatları yüzünden ABD'de sinema
salonları giderek seyirci kaybediyor. Hollywood geçen yıl ABD çapında 1,4 milyar
bilet sattı. Bu da bir önceki yıla oranla yüzde 7'lik düşüş anlamına geliyor.
Toplam 8,945 milyar dolarlık gişe geliri de bir önceki yıla göre yüzde 5,2
oranında geride. Aslında bilet fiyatları zamlanmasa fark daha fazla olacaktı.
Amerikalının sinemadan uzaklaşmasının nedenleri ise şöyle sıralanıyor: Öncelikle
bilet fiyatları pahalı geliyor. Ortalama 6 dolar olan bilet fiyatları, New York,
Los Angeles ve Washington gibi büyük kentlerde yetişkinler için 10 dolar. USA
Today'in yaptığı bir araştırmaya göre özellikle yetişkinler sinema ortamındaki
kaba davranışlardan fena halde rahatsız oluyor; varil kadar büyük kutulardan
yüksek volümde mısır yiyenler, bardağın dibinde kalan kolayı kamıştan
höpürdeterek çekenler, cep telefonu çaldığı gibi bir de çağrıya cevap verenler,
kendi aralarında yüksek sesle konuşanlar, 20 dakikayı bulabilen reklamlar...
Ayrıca bilet fiyatını yüksek, filmleri kötü bulanlar ve eskisi kadar büyük
yıldızlar bulunmamasından şikayet edenler var.
Ancak her şeye rağmen büyük perdenin büyüsünden vazgeçemeyen milyonlarca insan
var.