Her yıl ülkemizde bazı günler “Sinema Günü” diye kutlanır.
Onlardan birisi de “14 Kasım 1914”dir.
Acaba bir “Sinema Günü” ilan etmenin kriterleri ne olmalıydı?
Çünkü sinema tarihi ve kültürü içinde bir gün ilan etmek hep sorun olmuştur
Acaba kriter “film”in veya “sinema filmi kamerası”nın icadı mı olmalıydı?
“Film” malzemesi 19.yüzyılın ilk çeyreğin üretildiği için artık çok geçti.
1890’ların başlarında kameranın geliştirilmesi ise
birçok yaratıcının katkısını içerdiği
ve birkaç yıla yayıldığı için, günü saptamak mümkün değildi.
Yoksa kriter araç gereçlerin icadı değil de başka bir şey mi olmalıydı?
Anlaşılan o ki tarih sinemanın ekonomi politiğinde ve “ilk gösterim” üzerinden
ilerlemiş…
Edison’un kamerası belki zamanın en iyisiydi ama gösterimi hala tek kişilikti.
Edison bu işten epey para kazanıyordu ama
kimyasal işlemlerden geçen film üretimi pahalı bir süreçti
ve kısa filmlerle “Nikelodeon Çağı”nın geleceği pek parlak görülmüyordu.
Lumiere Kardeşler filmi geliştirdikleri sinematoğraf’ları ile “beyaz perdeye
yansıtarak”,
ve bu yansıtmayı 22 Mart 1895’de “kalabalık bir seyirci önünde” yaparak aştılar.
Sinema o gün aslında son bileşeni “seyirci”yi bulmuştu.
Asıl o gün tarihi geçmeyi hak etse de
bu gösterimin küçük bir eksiği (!)vardı.
O da “bedava” bir deneme olmasıydı…
Lumiere Kardeşler gösterimi bu kez 28 Aralık 1895’de
kendi atölyelerinden çıkan ve tren istasyonuna yürüyen işçilerin
46 saniyelik filmlerini “ücretli olarak”
Paris'te Salon Indian Du Grand Café'deki ilk gösterimleriyle yaparak,
o eksik ekonomi-politik bileşeni de tamamladı.
Ve bu gösterim tarihe geçti…
Oysa benzer bir gösterimi Max ve Emile Skladanowsky kardeşler
iki ay kadar önce, 1 Kasım 1895’de para ödeyen seyircilere yapmıştı.
Osmanlı’nın sinema tarihi de aslında 1890’ların ikinci yarısına kadar iner.
Mesela Manaki Kardeşler hem çekiyor hem de gösteriyordu.
1896 yılında Saray’da ve padişah ailesine,
veya zamanın Pera’sında ve 246 numaralı binadaki Sponeck Birahanesi’nde
(şimdiki kültür kafelerdeki sanat etkinlikleri gibi)
bira içenlere taa 28 Aralık 1986’da yapılmıştı.
Ama bunlar hep Osmanlı zamanındaydı…
Oysa Cumhuriyet zamanında Türk Sinema Tarihi’ne
bir başlangıç günü bulmak gerekiyordu.
Kafalar karışıktı.
1923 sonrası oldukça geç bir tarihti.
Belki de başka bir kriter bulmak gerekiyordu…
Bula bula Balkan Savaşı’nda Yeşilköy’e kadar gelen Rusların yaptığı,
“Ayastefanos Rus Abidesi’nin Yıkılışı”nın belgeselinin çekimi bulundu.
Ama kimse yeni başlayan Birinci Dünya Savaşı’na girmeye hazırlanan
İttihad ve Terakki Fırkası’nın o günlerde ümmeti gaza getirmek için
abideyi yıktığını düşünmedi.
Ve bütünü hala bulunamamış olsa da
abidenin yıkılışında çekilmiş belgeselin
sadece kameramanı (Fuat Uzkınay) Türk olduğu için
o gün “Türk Sineması Tarihi”nin resmi başlangıç günü oluverdi.
Hareketli görüntünün dijital kaydı ve seyri
artık bir filmin kalabalık önünde seyrini gereksinmiyor.
Bu arada son yıllarda ülkemizde,
evinizde film seyredin, diye millete araç-gereç satmaya çalışan
ve pastanın bütünü göremeyen sermaye de
28 Aralık’ı es geçip 14 Kasım’ı
“Dünya Sinema Günü” diye pazarlamaya başladı...
Olacak iş değil, denebilir
ama öyle…
Hüseyin Kuzu
13.11.2023
Kısa-Kısa / Tarihin Cilveleri… /
Fotoğraflar: Lumiere Kardeşler ve Ayastefanos Rus Abidesi
Sinema Tarihi ve Kültürü İçin Kısa-Kısa’lar – 6
LÜTFEN, UZAT ARTIK ŞUNU GEORGE !
Pelikül film ve fotoğraf kamerası icatlarından kısa süre sonra birleşip
toplumsallaşmıştı. Bu yüzden zamanında Kodak Film ve pratik kameranın imalatçısı
George Eastman hayatından memnundu doğrusu.
Öte yanda, atölyesindeki mühendislere,
“Arkadaşlar, sesi kesintisiz kaydettik, acaba hareketli görüntüyü de
kaydedebilir miyiz?”
diyen Thomas Alva Edison ise, mühendislerin pratik becerileri
ve sanayi fuarlarında sergilenen diğer kameralardan bazı fikirler de apartıp,
“Benim ürettiğim bu aletin kullanım telifi sadece bende, ulan!...” mealinde,
avukatları ve ajanları yoluyla taklitçilerinin iflahını kesiyordu.
Ondan kaçanlar çöl gibi çorak bir yerde Hollywood’u kurmuştu.
Aralarında Chaplin (Şarlo) bile vardı…
Bu iş almış başını yürümüş, filmler kısmen uzamış olsa da,
kameralar hala hem çekim yapıyor,
hem de vizöre gözünü dayayan bir kişiye gösterim yapabiliyordu.
Edison aletlerin başında milletin kuyruğa girdiğini görüyordu ama
hala birbirine zımbalayıp uzattığı fotoğraf filmlerinin başını sonuna loops
(döngü) yapıyordu.
Artık sinema kameraları için uzun film imal edilmesi gerekiyordu ama
George Eastman “kurtarmaz!” diyerek bu işte (!) bir karlılık görmediğini
söylüyor,
Edison ise her fuarda Eastman’ın koluna girip, ısrarla ve yalvarırcasına,
“Lütfen, uzat artık şunu George!..” diyordu…
Hüseyin Kuzu
15.10.2023
Kısa-Kısa / “Sinema Tarihinden…”
Sinema Tarihi ve Kültürü İçin Kısa-Kısa’lar - 3
SİNEMA KAVRAMLARININ EPİSTEMOLOJİK SORUNSALI
Bırakın bizi, Batılı sinema düşünürlerinin bile aklına gelmedi, Lütfi (Ö. Akad)
Hoca’nın zamanında bir kantin sohbetinde bize yaptığı şu uyarı. Mealen
aktarıyorum;
- Dikkat edin çocuklar!.. Sinema, insanoğlunun yaşamına o kadar hızlı girdi ki,
maalesef kendine özgü kavramlarını oluşturamadı. Bu eksikliğini de diğer
sanatlardan ödünç aldığı kavramlarla ve oluşturduğu türev dille kurduğu söylemle
kapattı. Dikkat ederseniz sanatla ilgili kitaplarda sürekli kadim Tiyatro,
Edebiyat ve Resim sanatından örnekler verilir. Yadsınamaz gücü dolayısıyla
Sinema için de paragrafların sonunda “sinemada da böyle bu…” deme ihtiyacı
duyulur. Mesela bu yazında ve hatta eğitimde “çerçeve” kavramı resim ve
fotoğraftaki anlamıyla kullanılır. Oysa hiç de öğle değildir. Çünkü resim ve
fotoğrafta anlam kendi çerçevesini belirler/çizer, sinemada ise tam tersine,
çerçeve anlamı belirler."
Bu uyarıyı hiç unutmadım. Daha sonraki yıllarda sinema tarihi, kültürü, film
eleştirisi ve eğitimi kitaplarının hep bu uyarıya neden olan söylemle
zehirlendiğini okudum. Kuşkusuz sinema üstüne yazan üstatların bir kısmı özgün
arayışlar içinde oldular ama aklıevvelin birisi zamanında, “Sinema bütün
sanatların sentezidir” dediği için, türev ve kolaj söylem tüm kültür ve akademik
çevrede her zaman egemen oldu. Bu söylem, üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen,
her zaman da telaş içinde kendi açıklarını kapatmayla uğraştı. Dolayısıyla
çağdaş bilim ve felsefenin attığı adımları es geçti. Henri Bergson ve Albert
Einstein zaman üstüne çok şey söylemiş, Ruslar “kronotop” kavramını kültür
çevresine çoktan sokmuştu ama akademik çevre dahi, “Sinemada Zaman ve Mekan
Kavramları” başlığını bir türlü “Sinemada Uzay-Zaman Kavramları” diye düzeltmeyi
beceremedi. G. Deleuze kendine göre ileri bir adım atmıştı ama doğrusu
Göstergebilimin iş sinemaya geldiği zaman neden çuvalladığını bir de bu açıdan
irdelemesini isterdim.
Şimdilik “genelde” kalayım. Bu sorunsala parça parça değineceğim…
___________________________
Hüseyin Kuzu, 01.10.2023
DRAMATİK FİLM SEYİR BİÇİMLERİNİN İDEOLOJİLERİ
Hareketli görüntü (motion pictures) 1890’lı yıllarda, taşıyıcı bir şeffaf bir
tabaka ile bu tabaka üzerine mikron kalınlığında sürülen, ışığa duyarlı pelikül
tabaka içindeki kimyasal iyonlar üstüne kaydedilmeye başlandı. Her iki malzeme
de kimyasaldı. Pelikül film üstüne kaydedilmiş dramatik hareketli görüntülerin,
mutlaka karanlık bir mekanda (sinema salonunda) ve güçlü bir projeksiyon
ışığıyla, beyaz bir ekrana (perdeye) yansıtılmak zorundaydı. Sinema sanatı kayıt
edildiği bu kimyasal yüzeyden dolayı, diğer sanatlara göre, üretim ve tüketimi
süreci büyük sermaye isteyen bir sanat olarak doğup gelişti. Dolayısıyla bir
filmin yapım sermayesinin (tabi kar’ın da) kısa sürede geri dönüşü için filmin
kopyalarının aynı anda birçok salonda oynaması bir zorunluluktu. Sinema
filmlerinin pelikül film üzerinde gerçekleşen üretim ve tüketim tarzı 1980’li
yıllara kadar neredeyse aynen sürdü. Yaklaşık bir yüzyılda değişen tek şey,
elektrikle çalışan mekanik araç gereçlere elektroniğin yaptığı katkılardı.
Hareketli görüntünün pelikül iyonlarının yanı sıra, elektronik/digital/sayısal
datalarla elektronik bir yüzeye kaydı da pelikül filmin keşif yıllarına kadar
geri gider. Yarım yüzyıldan çok laboratuvarda kalan bu buluş, geliştirilen
araç-gereçlerle birlikte (elektronik stüdyo kamerası, video band, video
kaydedici ve gösterici, özel aksesuarlar, çanak antenler, vb.) II. Dünya
Savaşı’ndan sonra televizyon yayıncılığını doğurdu. Pelikülden video banda
aktarılan dramatik sinema filmleri artık, sinema salonlarının yanı sıra,
antenler yoluyla ev veya diğer mekanlardaki televizyon araçlarına
gönderilebiliyordu.
Steven Spielberg, 1981 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide, erken bir
öngörüyle, şunu söylemişti: “Bundan böyle entertainment endüstrisinin software’i
(gösteri dünyasının film, müzik vb. ürünleri) dünya elektronik hardware
(araç-gereç) endüstrisinin peşine takılacaktır”
Nitekim öyle oldu!..
1980'li yıllara doğru doğru küresel elektronik tekelleri televizyon
yayıncılığının zaten kullanageldiği video kamera, kayıt ve gösterim araçlarını
küçültüp, ucuzlatarak, halkın tüketimine sundular. Onlar hareketli görüntüleri
kullanıp daha fazla para kazanmak istiyorlardı ama bu araç ve gereçlerin kayıt,
stok, kurgu yapma fonksiyonları da vardı. Bu gelişme küresel çapta dört temel
değişime neden oldu. Birinci değişim, daha önce sanatçı, uzman ve teknisyenler
tarafından, profesyoneller olarak üretilen hareketli görüntünün üretim ve
tüketimi artık hem bireyselleşti hem de en geniş kitlelere yayılarak
toplumsallaştı. İkinci değişim, pratik ve hafif video araç ve gereçler sayesinde
hareketli görüntünün seyri mekandan mekana taşınabilir oldu. Üçüncü değişimle
hareketli görüntü büyük bir sermaye tarafından üretilmiş olsa bile, seyir
zamanının seçimi kontrolü artık sermayenin elinden çıkmış olmasıydı. Çünkü video
kasetten film seyri artık, bir kitap okumak, seyircinin istediği bir zamanda
olabiliyordu. Seyirci artık gösterim cihazına sürdüğü video kaseti istediği
zaman başlatır, isterse seyre ara verir, sonra yine başlatabilirdi. Dördüncü
değişim ise hareketli görüntünün elektronik kaydının artık geniş kitlelerin
satın alabileceği kadar ucuzlamasıydı. Önce video band, daha sonra CD, DVD veya
hard diskler ile seyirci artık kendisine bir kütüphane dahi kurabilirdi. Dijital
kayıt biçimi aynı kalsa da, hareketli görüntüyü taşıyan gereçler yakın yıllarda
3-5 yıllık süreçlerle değişmeye devam ediyor.
Bizim mekanlar ve araç-gereç isimleriyle andığımız seyir formatları aslında (Marx’ın
ekonomi-politik dediği) birer piyasa ideolojileri. Onları aşağıdaki gibi birer
kategori halinde tanımlamak bize hareketli görüntünün tüketim (dolayısıyla
üretim) sürecinin geleceği için de bazı ipuçları verecektir.
1- SİNEMA SALONLARI: Sinema salonlarını, aynı ürünün, tıpkı basım kopyalarla,
aynı anda (hafta) ve aynı mekan(lar)da, matineler halinde ve kalabalık bir
seyirci kitlesiyle seyri olarak tanımlayabiliriz. Seyirci bu seyir formatında
mutlaka, filmin gösterildiği zaman süreci içinde ve kullanılan pelikül film
yüzünden, mutlaka bir sinema salonuna gitmek ve bir matineden bilet almak
zorundaydı. Bugün hala, bir nostalji ile, “film sinema salonda seyredilir”
diyenler olsa da, bu format aslında seyircinin zorunlu olarak kabul ettiği ve en
pasif durumda olduğu, anti-demokratik bir seyir formatıydı!
2- TELEVİZYON: Aynı ürünün, aynı anda ve farklı mekanlarda kitlesel seyri…
Televizyonda bir film seyri aslında kanalların seyirciyle yaptığı bir sözleşme
gibidir. Örneğin ABD halkı haftada bir, falanca TV kanalının, falanca saatte,
geçen yıllarda salonlarda oynayan ve beğenilen bir filmi koyacağını bilir. Fakat
bu seyir formatı dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi, bizim gibi ülkelerde,
filmden önceki dizi veya programların taşmasıyla dakik olarak çalışmaz.
Seyircinin seyredeceği filmi seçme şansı da olmadığı için, bu format “rastgele
bir seçim” duyumuna kadar geri düşer. Bu yüzden, “bu akşam televizyonda şu filmi
seyredeceğim” diye bir cümle duymaktan çok, “dün akşam televizyonda güzel bir
filme denk geldim” sık duyduğumuz bir cümledir.
3- KABLOLU, UYDU YAYINLI YA DA ÖDEMELİ TELEVİZYON: Aynı ürünün, aynı anda,
farklı mekanlarda, seçilmiş kitle tarafından seyri. Yani televizyondaki
“rastgele” seyir zamanını, belli sayıdaki bir film paketiyle, haftanın her günü,
gece veya gündüz saatlerinde döndürerek, seyirciye alternatif seyir zamanı sunma
formatı… Ülkemizde Cine-5 ile başlayan bu format günümüzde başka isimlerle de
sürüyor.
4- VİDEO BANT, CD, DVD, HD, vb. : Aynı ürünün, taşınabilir araçlara yüklenmiş
olarak taşınıp, farklı mekanlarda, sabit bir ekranda ve seyircinin bireysel
tasarrufuyla seçtiği bir zamanda seyri. DVD veya diske kayıtlı bir filmi, video
gösterim cihazı, bilgisayar veya projeksiyonu, bir çantaya koyup, karanlık veya
aydınlık, istediğiniz mekana taşıyarak izleyebilirsiniz. Siz isterseniz bu seyre
başkaları da katılabilir.
5- İNTERNET VEYA PLATFORMLAR: Aynı ürünün, bir depolama merkezinden, farklı
mekan ve zamanlarda, sabit veya taşınabilir ekranda (cep telefonu vb.),
seyircinin bireysel tasarrufuyla seçtiği bir zamanda, bir komut yoluyla çağırıp
seyrettiği seyir biçimi. Teknoloji gelişip seyirciye film için çeşitli olanaklar
sunarken, film sektörleri çıkan krizlerin çözümü için bazı fikirler üretti.
Bunlardan bazısı zamanında var olan sorunu çözdü ama daha sonra bu çözümler ayak
bağı bile oldu.
Sermayesini ve tüm dünyadaki egemen gücünü pelikül çağında yapmış Hollywood,
salonlara dağıtılan pahalı pelikül film kopyalarının yükünden kurtulmak için,
salonları fiber kablolarla birbirine bağlamayı düşündü. Fakat kısa süre içinde
bu alt yapının daha pahalı mal olacağı görüldü. Fakat masrafların düşürülmesi
şarttı. Çözüm Kanadalı bir film işletmecisinin “multi-plex salon işletmesi”yle
geldi. Yaygınlaşan korsan video kasetler yüzünden tüm dünyada sinema
salonlarının çoğu kapanmıştı. Sinema sektörü kalan salonları bölerek, çoğu
AVM’ler içinde, en az üç (en çok 16) salonun bir arada olduğu multi-plex’ler
inşa etti. Bu salonlarda matine saatleri de ayarlandı ve bir film kopyası üç
salonda gösterilmeye başlandı.
Multi-plex salon işletmesi işletmelerdeki krizi 20-30 yıl erteledi ama digital
görüntünün egemenliği de her geçen gün artıyordu. Pelikül ham film piyasası da
oldukça daralmış, üretici Orwo, Agfa, Fuji, vb. tekel markalar fabrikalarını
kapamışlardı. Son olarak, salonlara dağıtmak için sadece pozitif film üreten
Kodak da tüm dünyadaki film işletmelerine, “Ben de yatırımlarımı tamamen dijital
endüstriye çevirip film fabrikalarımı kapatacağım. Bu yüzden lütfen 6 ay içinde
salonlarınızı dijital teknolojiye çevirin” mealinde bir uyarı yaptı ve
fabrikalarını kapattı. Bugün artık tüm dünyada salonlara film kopyaları hard
diskler ile dağıtılıyor. Üstelik bir zamanlar bir araya toplanan salonlar şimdi
işletmeciler için ayak bağı olmuş durumda.
Hollywood bir zamanlar sinema salonlarını uydu yoluyla birbirine bağlamayı da
düşünmüştü. Fakat çok daha ucuza mal olan Netflix vb. platformlar da o fikri
gerçekleştirmeden ortadan kaldırdı.
Seyirci artık 1980’li yıllara kadar zorunlu olarak bir mekana gidip film izleme
formatından oldukça uzaklaşmış, teknolojik buluşların kendisine sağladığı ve
“seyir zamanını kendisinin seçtiği” formatlar arasında seçim yaparak film
seyretmeye devam etmektedir.
Şüphesiz hala “sinema filmi sinema salonunda seyredilir” diyenler, yeni kurduğu
film şirketine pelikül film kamerası veya film karesinden esinlenerek logo
yaptıranlar, hatta sinematek kurmaya çalışanlar da var. Fakat tarihin şaşmaz
akışı da sürüyor…
______________________