Sinemanın keşfinden bu yana var olan bir ‘tür’ olarak bilim-kurgu, insanoğlunun
bilinmeze olan karşı konulmaz ilgisi için inanılmaz açılımlar sergileyebileceği
bir alan oluşturmuştur.
Yaşadığımız gerçekliğin ötesindeki ortamlara, olaylara ve kahramanlara yapılan
zihinsel yolculukların, akılcı ve estetik bir sinema diliyle anlatımı hele
içeriğinde esaslı bir konu ve felsefe barındırıyorsa, ortaya enfes bir eserin
çıkmasına vesile olur.
Zaman zaman saçma, amaçsız vakit doldurmalar, zaman zaman aptallığı aşan akıl
ermez fantasyalar yerleşmiş bu sinema türünün şiltesine. Ama nadiren de olsa
bize ‘iyi ki bilim-kurgu sineması var’ dedirten yapımlar da üretilmiyor değil.
Aslında bilim-kurguyu bize cazip kılan sebeplerden biri de, peşinde olduğumuz
soruların cevabını içerme ihtimalidir. Gündelik hayatın problemlerine aradığımız
çözümler, ya sinema perdesinde ya da kitap sayfalarında bir ışık noktası gibi
karşımıza çıkabiliyor.
‘Vay be, Vallahi benim de aklıma gelmişti böyle olabileceği’ dediğimiz anlar
bile oluyor. Bilmediğimiz medeniyetler, karakterler ve duygular bize bir keşif
hazzı tattırabiliyor. Ve bilmeden kendimizi filmimizin/romanımızın kahramanıyla
özdeşleştirir, bu dünyaların format dışı varlıklarıyla iletişim çabasına
gireriz.
...
Polonyalı ünlü bilimkurgu yazarı Stanislav Lem’in 1961’de kaleme aldığı
‘Solaris’ adlı romanı, yazıldıktan yaklaşık 40 yıl sonra bu ikinci kez
beyazperdeye uyarlanışı. Hemen tüketilen, sıradan bir bilimkurgu hikâyesi
yerine, bireyi varoluş sebeplerinin peşine düşüren, felsefî derinliği olan bir
roman yazan Lem’in ‘Solaris’i ilk kez, 1972 yılında Rus yönetmen Andrei
Tarkovski tarafından sinemaya uyarlandı. Dönemin sosyalist yetkililerinin
sansüründen geçebilecek bir proje üzerinde çalışan Tarkovski, Stanislav Lem’in
‘Solaris’ini felsefesinden dolayı çok sevmiştir. Solaris, sinemaya uyarlanır
uyarlanmaz, katıldığı ilk festival olan Cannes’da jürinin ‘Özel Ödül’ünü alır.
Romandaki düşünceyi çok iyi çözümleyen Tarkovski, filminde evrende varlığının
limitlerini keşfetmek için yola koyulan; ancak vardığı noktada kendi
bilinçaltının sınırlarıyla karşı karşıya kalan insanoğlunun yolculuğunu
anlatmaktadır.
Chris Kelvin, yıllarca acısını içine gömmüş, geçmişte yaptığı davranışların
yanlışlığı içinde kıvranan bir doktordur. Kelvin, yıllarca, eşinin intihar
edişinde kendi payının da olduğunu düşünüp durmuştur; fakat bir gün, dünya ile
iletişimi kopan Prometheus uzay üssüne gitmesi gerektiği söylendiğinde, beynini
kemiren acıyı da yanına alıp gitmiştir. Prometheus’taki araştırmacılar, bütün
yüzeyi büyük bir okyanusla kaplı Solaris gezegeninde olup bitenleri
incelemektedir. Solaris’teki tek canlı varlık ise okyanustur. Uzay gemisinden
pek de iç açıcı haberler almayan dünyadaki kontrol üssü, durumu yerinde
incelemek üzere Chris Kelvin’i uzay üssüne gönderir. Kelvin, Prometheus’a
geldiğinde, ekipte bulunanların akıl sağlıklarını kaybettiklerini görür.
Araştırmacılardan biri intihar etmiş, diğer ikisi ise tanımlamakta güçlük
çektikleri varlıklarla mücadele etmekten dolayı bitkin düşmüşlerdir. Bütün bu
olup bitenler, Kelvin’i dehşet içinde bırakır. Solaris gezegeninin tek canlısı
olan okyanus, uzay üssüne sık sık ziyaretçiler göndermektedir. Araştırmacılar,
uykularından uyandıklarında, ya geçmişte yaşadıkları acı bir hatırayı yeniden
yaşamakta ya da uzun süre önce kaybettikleri yakınlarının kopyaları ile
karşılaşmaktadırlar. Dr. Kelvin de bir süre sonra, yıllar önce intihar eden
karısı Rheya ile karşılaşır. Gelen ziyaretçiler birer halüsinasyon değildir. Bu
ziyaretçiler okyanus tarafından yaratılmaktadır. Her ziyaretçinin amacı aynıdır;
bilinçaltına yerleşen ‘keşke’leri depreştirmek, bastırılan suçluluk duygularını
itiraf ettirmek... Aslında okyanus denilen organizma, şuuraltımızda
beklettiğimiz ‘an’lardan oluşmuştur. Anlar bir araya gelince, araştırmacılarla
okyanus arasındaki iletişim kolaylaşmaktadır. Dünyadaki ilişkileri kötü bir
sonla biten Kelvin ile Rheya, Prometheus’ta yeniden karşılaşınca her ikisi de
ilişkilerinin aynı yolu takip etmesinden korkuyor ve bununla mücadele ediyorlar.
...
Tarkovski sinemasının başyapıtları arasında yer alan ‘Solaris’, bu kez bağımsız
sinemanın genç yeteneklerinden biri olan Steven Soderbergh tarafından bir
Hollywood filmi olarak yeniden beyazperdeye aktarıldı. Tarkovski gibi bir
ustadan sonra Soderbergh’in böyle bir filme imza atmasını sinema otoriteleri ise
çok riskli buluyor. Gişede kazanacak filmler üzerine çalışan Hollywood film
sektörü için Soderbergh’in bu girişimi, çok cesurca atılmış bir adım olarak
gözüküyor. Her şeye rağmen Soderbegh’in Solaris’te ilgisini çeken neydi? Bu
sorunun cevabını yine yönetmenin kendisi veriyor: “Solaris’te ilgimi çeken her
şey vardı. Hafıza, aşk, suçluluk, sevdiğin birini kaybetmek, dindar olup
olmamak… Bana göre düşünmeye değer olan her şeyi tartışan bir filmdi; ama
senaryoyu yazmaya başladıktan sonra nasıl yazacağımı bilmediğim bazı konularda
düşünme fırsatı vermişti bana.”
Genç yönetmen, Solaris’in senaryosundan görüntü yönetmenliğine, kurgusuna
varıncaya kadar kendi başına gibi gözükse de ardında, yapımcı olarak ‘Titanic’
gibi büyük stüdyo filmlerine imza atan James Cameron var. Solaris’i sinemaya
uyarlamak, her zaman Cameron’un aklında olan bir fikirmiş. 1972’de seyrettiği
filme hayran kalan Cameron, yıllar sonra ortaklarıyla birlikte, romanın ve
filmin haklarını satın almak için harekete geçmiş ve beş yıl süren çabadan sonra
gerekli anlaşmalara vararak bütün hakları satın almış. Soderbergh, Dr. Chris
Kelvin rolünde George Clooney’i tercih etmiş. Clooney ve Soderbergh daha önceki
yıllarda ‘Out of Sight’ ve ‘Ocean’s Eleven’ filmlerinde de birlikte
çalışmışlardı.
Her karesinde bir sinema dervişi olan Tarkovsky’nin ayak sesleri duyulan, klasik
sinema anlayışının dışında olan ama, sinemanın açtığı en önemli tuzaklardan biri
olan ‘popülerliğin’ ve ‘tensel’ hislerin de tuzağına düştü/düşecek olan bir film
Solaris. Bu kadar anlatma çabamızdan sonra hâlâ merak ediyorsanız izleyin derim.