Hocam Yusuf Eradam'ın Milliyet Sanat’ta çıkan yazısından.
Parmaklarınıza sağlık hocam.
SUSMA CESARETİ
Başrolünde Gwyneth Paltrow’un oynadığı ''Sylvia'' vesilesiyle Sylvia Plath, şiiri ve ‘intihar’
olgusunu içeren bir dosya hazırladık. Açılış yazısı, yürekli bir Plath uzmanı tarafından kaleme
alındı. Hiç tanımadığınız bir Sylvia Plath, ‘görmezden gelinen’ bir hayat; onunki ve bizimki!
Ayıptır söylemesi bu yazı çok konuşulacak, en az film kadar!
Nietzsche, ''Böyle Buyurdu Zerdüşt''te şöyle der: ''Korkunçtur, kendi yasanın yargıcı ve öc
alıcısıyla yalnız kalmak. Yıldız işte böyle fırlatılır ıssız uzaya, yalnızlığın buzlu soluğuna...
Ama bir gün yalnızlık yoracak seni, bir gün eğilecek gururun ve yürekliliğin yılacak. Bir gün
haykıracaksın: ‘Yalnızım ben!...’ Kendi yüceliğin bir hayalet gibi korkutacak seni.''
Herkesin mal bulmuş Mağribi gibi sarıldığı Nietzsche’den medet umduğum sanılmasın, çünkü o da
Batı’nın ‘yalnızlık fetişizmi’ dediğim kara batağına yoğurt çalanlardandı, ya tutarsa diye.
Batı’nın, özellikle de Amerika’nın ‘vanilyalı ideoloji’ olarak adlandırdığım küreselleşme safsatası
altında, insanoğlunu kör ve sağır edici, köle edici ideolojisinin bir paradigmasına dikkatleri
çekmek için getiriyorum gündeme, yalnızlık fetişizmini. Batı ‘yalnızlık’ (loneliness) ile
‘birbaşınalık’ı (solitude) birbirine karıştırmamızı sağlıyor. Bütün dünyaya antidotu (yoğurdu)
olmayan bir zehir saçıyor: Yalnızlık kültürü!
Batı bu zehre hayran. Sylvia Plath da, Sivvy’ciğim de, öldükten sonra bu fetişizmin kurbanı olmuştur
magazin basını yüzünden ve bunun tek sebebi, kendisini kurtarmam istenen DTCF’li bir felsefe
öğrencisinin dediği gibi, ‘gerçekleştirilebilecek en özgün yaratı ya da edim’ diye nitelenebilecek
‘intihar’ı gerçekleştirebilmiş olmasıdır. Şairin nasıl yaşadığından, nasıl ürettiğinden çok,
intiharı ile ilgilenmeyi, hatta ona gıpta ederek bir tür ölüsevicilik yapmayı da biz Batı’dan
öğrendik. İntihar eden sanatçıların nasıl öldüklerini, canlarına nasıl kıydıklarını anlatmak ya da
öğrenmek nedense hayattaki biz faniler için daha çekici gelir. Oysa, onların nasıl yaşadıklarıdır
bilmemiz gereken, yapıtlarını nasıl ürettikleridir.
Susma cesaretinin tezahürünün doruk tecellisi intihardır. Tek gösterimliktir çünkü. Replikasyonu
olanaksızdır. Ama unutmamak gerekir ki Plath, son ana değin kurtarılacağını ümit etmişti, o kış
olmasaydı, onu baygın bulması ümit edilen çocukların bakıcısı gecikmeseydi...
Plath, hayatı sevmeseydi ya da sadece onu aldatan kocasından intikam almak için intihar etmek
istediyse, çocuklarının bulunduğu odaya gaz girmesin diye delikleri niye bantladı? Çocuklarını da
beraberinde götürse, ‘benim dengim’ dediği Ted Hughes’u daha mutsuz ve pişman etmez miydi? Amy Tan,
''Şans Klubü''nde bu yöntemi akıl etmiş oysa.
Ölümün mutlaklığıyla sevişmek
Plath, susma cesareti gösteremeyen ahmakların imrendiği bir yalnızlığın kurbanı değildir. O
fallosantrik, fallomorfik bir Batı yaşam düzeneğine şiirleriyle baş kaldıran bir cengaverdir. Kadına
bireyselliğini yaşatmayan, insanı insanlığından çıkaran ve ‘ötekileştirme’ üzerine kurulu bir
düzenin her ayrıntısına bakma cesaretini gösteren ve ölüm adlı mutlak gerçeklikle şehvetle sevişen
bir yiğitti o; ''Sylvia'' adlı filmde gösterildiği üzere kocasını kıskanan ve bu yüzden de kendisini
yok etmek isteyen aciz bir kadın değildi. Film, onun çocukluğu, babası ve annesi hakkında, daha
küçücük bir kızken yazdığı şiirlere yer vermiyor. İngiltere’de Ted Hughes ile tanışması sayesinde
başlamış gibi gösteriliyor Sylvia’nın hayatı. Bu da, yaratıcı bir kadının hayatına ve ölümüne ait
anlamların ancak ve ancak bir erkeğin varlığıyla onanabileceği demek ki, yanlış! Plath’ın oluşumunda
‘50’li yılların (''Saatler'' filminin ikinci bölümünde ailesini terk eden kadında da görürüz bu
yapılanmayı), böcekbilimci tanrısal erk imgesi babasının, sıkı disiplin yanlısı annesinin,
geçmişindeki Püriten yobazlığin hâlâ at koşturduğu New England (Massachusetts) yaşam dizgesinin
büyük rolü vardır.
''Mecaziyim'' ve 9 rakamı
Tıpkı Kate Chopin’in Edna Pontellier adlı kahramanı gibi (''Uyanış''), Plath da çoluk çocuklu bir
evlilik yaşantısına yabancılaşmıştı. ''Metaphors'' başlıklı şiiri bunu pek güzel anlatır. Hamileliği
sırasında yazdığı bu şiirini ''Şiire Giriş'' derslerimde okuturum çünkü müthiş bir imge şiiridir,
öğrencilerin imgeyi anlamasını kolaylaştırır, bir de şairin en az tehlikeli şiirlerindendir. Malum,
genç dimağlar okuduklarıyla kolayca empati kurar, öznel ile kendine özgülüğü karıştırır ve şiirde
anlatılan yaşantıyı mutlak gerçek olarak görebilirler. Şiirin finalindeki iletinin karamsar olması
dışında (Başka bir kadın için hamilelik neden inişi olmayan bir trene biniş olsun ki? Ama bizim
anlamamız gereken Plath’ın neden böyle düşündüğüdür, yargılamadan) ''Metaphors'', 9 rakamı üzerine
kurulu bir şiir, kendi nitelemesiyle, bilmece gibi. 9 harfli bir başlık, 9 dizeli ama tek kıtalı bir
şiir bu; çünkü Plath, yani kadın, bir yerde yazdığı gibi hep karşı durmaya kararlı olduğu yazgısının
ve anlamının 9 rakamıyla belirlenmiş tek bir beden olduğunu bilir. 9 ile belirlenmiş bir
yekpareliktir kendine yakıştırdığı imge. 9 harfli birçok sözcük de var şiirde. Bu yüzden
''Mecazlar'' (8 harf) demedim başlığı çevirirken; ''Eğretilemelerinizim'' deseydim 9 heceli olacaktı
ama bu da biraz samimiyetten uzak geldi ve ''Mecaziyim'' demeyi yeğledim. Paranın damga yemesi ‘newly-minted’,
hem aynı cüzdandaki nane şekeri kokusunun paraya sinmişliğini gösteriyordu hem de darphanede damga
yemişlik, yani dönülmez bir yola girmişlik hissine tercüman oluyordu, ki çeviride bu anlamların
ikisini birden kurtaramıyorsunuz; bu yüzden de ben birini yeğledim; nane gitti, finaldeki mesaja
uygun olan anlam, ‘mühürü yemişlik hali’ kaldı.
İktidar ile fuhuş
Yaşama ve yaşantılarına bu denli özen gösteren, dil matematiğini bu denli iyi bilen bir insan nasıl
olur da salt manik-depresif, şizofren tanılarıyla (tıbbi olarak doğru bile olsa) etiketlendirilip
rafa konabilir? ‘50’li yılların cengaver kadınları böyleydi. Görünce bana katılırsınız, magazin
basınının, Hollywood’un satmayı sevdiği, rantı olan bir kadın entelektüel imajını besliyor ''Sylvia''
adlı film. ''Saatler''in üçüncü bölümünde oğlunu terk eden ‘50’li yılların Amerikalı kadınının, bir
annenin annelik görevini yadsımasının olumlanması, Meryl Streep’in kızının ona sarılmasıyla gelir.
Plath, böyle bir olumlanmaya gereksinim duymayacak kadar asiydi. Filmi izledikten sonra Plath için
''Âşık olduğu adamı kıskanıp intihar edecek kadar cinnetli bir kadın işte,'' deyip çıkabilirsiniz
sinemadan ya da Sylvia’ya acıyarak yazık. Film onun şiirleriyle bezenmiş olsa da, şair Plath değil
de aciz kadın Sylvia ön planda, çünkü bu imge satar! Oysa, çocukluğunda bir kelime harfleme
yarışmasında, bir oğlan çocuğunun ardından ikinci oluşunu ''Olsun, ne de olsa o bir erkekti,''
diyerek karşılaması ona daha çocukken öğretilen Sivvy, Ted Hughes’u en azından, kanımca, kendisi
‘poet-laureate’ (şair-i azam) olmadığı için de yenmiştir. Hughes bu unvanı kabul ederek
kurumsallaşmış ve yasallaşmıştır. Bu da, bir şair için ölümle eşdeğerdir, çünkü şairin kanatlarından
birini kesmesi demektir, kurumsallaşıp yasallaşmak. Ben bunu bilir, bunu söylerim. Kurumsallaşmak
bir illettir. İktidar ile fuhuş halindedir çünkü.
''Sırça Fanus''
Plath, ''Daddy'' başlıklı ‘kültleşmiş’ şiirinde babası ile özdeşleştirdiği ataerkil, fallosantrik
düzene baş kaldırırken babasını vampirlerle, Nazilerle bir tutmuş, kazığı da kalbine
saplayıvermişti. ''Pekala Yahudi de olabilirim,'' derken mazlum ile, kıyıma uğrayan ile
özdeşleşebilecek kadar, kendi bireysel kıyılmışlığını Nazilerin soykırımıyla yan yana koyacak denli
yürekliydi. İnsanın insana yaptıklarına kayıtsız kalamayışını bugün bile içimizi ürperten, yüreklere
korku ve dehşet saçan şiir estetiği ile gösterir. Plath, savaş sonrası yıkık hassas beyinlerdendir;
şimdi yaşasaydı ''Pekala Filistinli de olabilirim, pekala Iraklı olabilirim,'' derdi. Çünkü bütün
sanatçılar gibi o da sanatçı sorumluluğunun kıyılandan yana olmakta yattığını biliyordu.
Plath’ın elimizdeki tek romanı şiirleri kadar güçlü değildir (yazdığı söylenen ama yayımlanması Ted
Hughes tarafından sakıncalı bulunan ikinci romanı bildiğim kadarıyla ortaya çıkmadı henüz). Bu tek
roman ''Sırça Fanus''a gönderme yaparak söyleyebilirim ki, gizdökümcülüğünü bariz bir şekilde burada
sergiler. Bilinen ikinci intihar denemesi ve sonrasında gelen tedavisi sırasındaki ruh halini
anlattığı bu romanı, sanatsal olarak bizi büyülemez; ama şiirlerindeki özen ve matematik, klasik
müzikte Bach’ın başarısıyla denktir, çünkü Plath şiirlerinde bireysel deneyimlerinden yola çıkarak
şiir sanatının tüm araç gereçlerini ustalıkla kullanarak (Oruç Aruoba’nın gözlerimin önünde parmak
saymadan haiku yazması gibi) akıllara durgunluk verecek şiirler yazmıştır ve bunların hepsi metin.
Bu metinlerden yola çıkarak şairin özel hayatına ya da kişiliğine, cinsel ya da başka kimliğine tanı
koymak ise röntgenci okurların, eleştirmenlerin densizliği; tadına doyulmaz bir hamakat örneği.
Okuyucu ya da eleştirmen, anlamak yerine tanı koymayı sever. Ahmaklıktan kastım bu.
‘Sylvia Plath etkisi’ymiş!!!
Müthiş bir okuma serüveninin ipuçlarını taşıyan Sylvia Plath şiirlerini okursanız görürsünüz ki
hayatında hiçbir şey onun şiir yazma tutkusunun, şiirle varolma savaşımının önüne geçememiştir.
Bunalımının temel nedeni de budur. ''Kadından şair olmaz'' ya da ''Kadın olmasına karşın...''
diyenlere toslamıştı hep; bulunduğu ortamlarda önce sevgilisi, sonra kocası ve şiir alanında da
kendisinden hep bir adım önde olan Ted Hughes ile aşık atmak zorunluluğu içindeydi. Aynı zamanda da
güzel kadın, anne, sevgili vb. gibi kadına biçilen birçok rolü giyinmek zorundaydı; ama tüm bunların
ötesinde, şair olduğunun herkesçe tanınmasının savaşımını da verdi. Bu savaşımı verirken
parçalanarak çoğaldı. Şairliği, hak ettiği halde, kanonize olmayınca da etiket meraklılarının dediği
gibi ‘cadı tanrıça’ oldu. Batı, kadın yazarların ruhsal sorunları olduğunu yaymayı çok sever ve
eleştirmenler, yazın dünyasının haremağaları, hemen düşerler bu basmakalıp tuzağa, çünkü onlar
bağnazdırlar ve bayılırlar kadını
fallosantrik hücrelere tıkıştırmaya.
Nitekim, bu yıl içinde yapılan araştırmalardan biri de, kadın yazar ve şairlerin intihara eğilimli
olduğunun altını çizdi, söz konusu araştırmanın sonuçları da ''Sylvia Plath etkisi'' başlığında
verildi.
Sylvia Plath etkisiymiş! Haydi oradan! İntihar edenler sadece kadın mıdır ya da sanatçılar mıdır?
İntihar etmek kadınsı bir eylem midir? ''Nilgün Marmara’nın intihar etmesinin temel nedenlerinden
biri de Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirme tezinde Sylvia Plath’ı incelemiş olmasıdır,'' demek de aynı
bağnazlığın, ahmaklığın işaretidir. İntihar edenin bireysel iradesini soğurmak eğilimini sergiler bu
tanı. Marmara’nın ‘çölgörmüş halini’ okuyup bir filozofa şapka çıkarmak yerine, onun intiharını bir
kadının zayıflığının tezahürü, inceldiği yerden kopmuşluğu gibi göstermek acizliğidir. Ben de
Plath’ı doçentlik tezim için inceleyeceğim diye tutturduğumda, aynı uyarı gelmişti, akıllı bıdık
kumkumalardan: ''Aman dikkat et, intihar bulaşıcıdır!''
Plath şiirindeki yaşama sevinci
Sylvia Plath’ın en karamsar dizelerinde bile özellikle doğa imgeleri ile bezenmiş yaşam sevinci ya
da bir insanlık ayıbına tanıklık, alt metin olarak okunabilir, okumayı bilen okur:
Mutsuz cadı, kapıdan
Bakar durursun, ''Her kadın bir fahişedir.
İletişim kuramıyorum.''
(''Lesbos,'' 18 Ekim 1962)
Plath’a ‘lezbiyen’ tanısının konmasına sebep olan (kötü bir şeymiş gibi) şiirlerinden biridir bu ve
insanın sorası gelir, ''Ona ‘iletişim kuramıyorum’ diyen, onu göze alamayan kocası olmasın'' diye
(‘röntgenci okur’laştım, tezimi savunayım derken!) Kendini boğazına kadar batağa saplanmış bir ahmak
gibi gören Plath, ''Gardiyan'' başlıklı şiirinde gene kendisini bütün anahtarları elinde tutup
şakırdatan kocasının ‘şehvet manivelası’ olarak niteler. Niye?
''Karaağaç'' (Elm) şiirinde içindeki yumuşak, tüyümsü kıvrılışlı yaratığın habisliğini duyumsar ve
hep göze alınmak arzusunu ima ederek şiiri şöyle sonlandırır, şiirde de son dizelerin sürpriz
taşıması ve en vurucu dizelerin son dizeler olması gerektiğini bilerek:
Öper durur yılansı acı suları.
İradeyi taşlaştırır. Tecrit edilmiş, usul kusurlardır bunlar,
Öldürür, öldürür, öldürür. (19 Nisan 1962)
Plath, onun içindeki ateşi öldürmeye azimli bir toplumda yaşadığının (''İçimdeki bu ateşle asla genç
olmak istemezdim,'' diyen Beckett miydi?) ne denli ayırdına vardıysa, ölümsüzlüğe, ölüme aşkla
bağlanarak imgeler yaratmaya da o denli çok özen gösterdi. Kıyıcı olduğunu söylerken bile, giderek
somut imgelerle özdeşleşmekten vazgeçip yumurta gibi şekli betimlenemeyen nesnelerle, daha sonra da
maddenin en uçucu hali olan gaz haline dönüşme arzusuyla gösterdi bunu. Gaz soğurarak kendine
kıyması da bundandır. Betimlenmeye, etiketlendirilmeye karşı duruş; ''Ariel'' başlıklı şiirinde
sabahın kızıllığına karışıp gitmek arzusu! Bu arzu, ‘ötekileştirme illeti’ni temel alan fallosantrik
ideolojileri benimseyen tüm yaşam biçimlerinde sadece kadına değil, herkese öğretilir, mutlak gerçek
niyetine. Plath’a bir eleştiri yöneltilecekse, o da şairin bu tuzağa düştüğünü söylemek olabilir,
eğer tek mutlak yaratıcı edimin intihar olmadığına inanıyorsanız.
Cadı tanrıça (!)
''Evlilik, birinin hep haklı olduğu, ötekinin ise koca olduğu bir ilişkidir''. Kadını, erkek
özgürlüğüne ket vuran engel gibi gösteren bunun gibi ‘vecizeler’ Internette dolaşır durur ama burada
yatan bir gerçek daha var ki, o da haklı olanın erkek olduğu ve kadının da bunun tersini göstermek
üzere cadılaşmak zorunluluğuna yeltenmesi. Plath’a cadı tanrıça denmesinin nedeni de budur.
Plath gibi birinin en büyük hatası evlenmek olmuştu. Evlilik; devlet ve para gibi, cinsel rol ve
kimliklerin mutlak kurallara bağlanışı gibi, insanoğlunun kendi tarihini yoldan çıkarmasına
yarayacak yanlışlarından biridir. Bu yanlışa Sivvy’ciğim de düştü. Rachel Smithson dostumun da
anımsattığı üzere, ‘halkalı köle’ olmaya imza atarken, aynı zamanda bir birey, bir şair olarak da
var olmaya çalışır Sylvia. Ne gaflet ama. Ama o gaflet, ne büyük bir derya olur yaratıcılığına.
Fakat edebiyat tarihi kurumsallaşmış, kanonize olmuş Yunan sütunları gibi duran Sivvy’nin babası
Otto Plath’ı ya da kocası Ted Hughes’u değil de Sylvia Plath’ın uğunmalarını mesele edinir ve aynı
derecede uğunur da uğunur. Çünkü mesele hâlâ halledilmemiştir. Mesele kadına soluk aldırmayan
düzeneği cıscıbıl sergileyememektir.
‘Öteki’ uydurmak zorunluluğu
Sylvia Plath şiirleri üzerine yazdığım ''Ben’den Önce Tufan'' adlı kitabımda değinemediğim bir
gerçek var ki, o da Batı’nın Yunan ve Roma fallomorfik yapısının temel taşlarını, söylenlerini
mutlak doğrular olarak görme yanılgısına ablam Sivvy’nin de kapılmış olması. Sylvia bu örüntü
içinde, örümcek ağına düşmüş bir sinek gibi, ‘kurtuluş’u, nafile olduğunu göre göre, bile bile lades
aramıştır. Yapılması gereken bu örüntünün yanlış olduğunun saptanması ve dolayısıyla da yerle bir
edilmesi gerçeğidir ki kadının, erkeğin, hatta bütün cinsel kimliklerin kurtuluşu da buradan geçer.
Çünkü, insanoğlu, tarihi boyunca varoluşunun onanması için bir ‘öteki’ uydurmak zorunluluğunu akıl
etmek gaflet ve dalaletine düşer; bu sırada da erkeğin ötekisi kadın, kadının ötekisi de erkek
olarak beliregelir. Karaltısı kalkasıca, boyu devrilesice, üstüne toprak atılasıca, gözüne boz
inesice mitlerin başında, işte bu minicik yanlış gelir. İnsanın, cinsel kimliği ne olursa olsun,
insan olarak varolduğuna, ancak ve ancak ötekinin gözlerindeki anlamlar ile varolabileceğine
inanması yanlışı! Bu yanlışı mutlak bir gerçek ya da doğru, hatta yasa olarak ezberledik hepimiz.
İnsanoğlunun ‘hamakat’ tarihi
Birbaşınalığın yüceliği bu yanlışı fark edip kendimizi ötekileştirilmelerden sıyırmakla başlar;
yalnızlığın uçurumu ise ötekini olmazsa olmaz bir mutlak bilmekle başlar. Plath, bu uçuruma düşer,
düşerken de kanat çırpar yere çarpmamak için. Her kanat çırpışından da zehir zemberek şiirler dile
gelir. Herkesin kendi uçurumu kendinedir, kimse kendi uçurumuna davetiye çıkartmaz ki Plath’dan
etkilenip intihar etmek mümkün olsun.
Yalnızlık uçurumuna düşerken insanoğlu inanç ve din gibi bir başka hataya tutunmaya çalışabilir.
İnanç gerekli olabilir ama kurumsallaşmış din illeti en az para ya da evlilik kadar büyük bir
hatadır ve ötekileştirme illeti ile beslenir. Tarih boyunca en büyük kıyımlar hep bu din çatışmaları
yüzünden gerçekleşmiştir. Din müessesesi, insan hayatından kesinlikle çıkartılmalıdır. Sylvia ablam
ve Emily (Dickinson) teyzem, bu kurumların tuzaklarına düşmemeye özen göstererek yazmışlardır.
İnanca hakaret etmeden ama kurumsallaşmış dinlerden uzak durarak birbaşınalık seçimlerini hayatta
olmanın bedelini yaşarken ödeyip, ödüllerini de öldükten sonra devşirmek kaydıyla almışlardır bu
tavırlarını göze. İnsanoğlu kendi ‘hamakat’ tarihini ne zaman yazacaktır, merakla bekliyorum. Ben
yazamam. Bu yüzdendir bekleyişim.
Böylesi bir uçurum da sadece kadınlara özgü değil. Mayakovski de aynı uçuruma düşer, Kaan İnce de,
Jerzy Kosinsky de, Nilgün Marmara da (onu kadın olarak görmüyorum, Nilgün Marmara ‘daşşaklı’ bir
filozoftu, belki de bir hermafrodit). Hayati Baki dostum da işte bu yüzden şiirin kesik damarları
üzerine kafa yordu. Böylesi bir uçurum, şiirlerden araklanmış sözlerle Teoman’ın şarkısında ''ölmek
için güzel bir gün'' diye bunun için dile gelir de şarkıcı samimiyetsizce bu dizeyi bağırır durur;
çünkü bu yanlızlık ve uçurum ve intihar fetişizminin rantı endüstriye dönüşebilir popüler kültürün
replikasyon zaafı yüzünden. Teoman’dan beklenen nedir? Madem böyle bir şarkıyı söyleyebiliyorsun,
intihar et o zaman!
Uzun bir intiharı seçmek
Bir öğrencim, ''Hocam, bu kadar çok şeyi fark edebiliyorsunuz madem, niye intihar etmiyorsunuz?''
diye bunun için sorabilir ve ''Yaşama sevincindendir belki, belki uzun bir intiharı seçtiğim
içindir,'' yanıtımı da aynı nedenle anlayamayabilir kendisi yaşamayı bencileyin sürdürmeyi
seçmişken.
''Ben öğretilmiş bir yalnızlık uçurumuna düşmemeyi seçtim,'' diyemem öğrencime. Desem anlamaz, çünkü
''Bu kanonize şiirleri, romanları, öyküleri niye okutuyorsunuz?'' diye sorar o zaman. Belki de
doktoram için David Mercer’ı, doçentliğim için de Sylvia Plath’ı incelemem bana bunu öğretmiştir.
Belki de akademik unvanlarım için, bu iki Batılı sanatçıyı incelerken, onların düşmeyi sevdiği, âşık
olduğu uçurumu anlamaya çalışmışımdır. O uçurumu anlamaya çalışmak, o uçurumu mutlak gerçeklik
olarak saptamamayı da öğretmiştir bana (yoksa kendi narsisist uçurumunuza düşersiniz!). Böylesi bir
çaba, o uçuruma bir mesafeden bakmayı da gerektirir, o uçuruma atlayanları aşağılamadan, ''Çavdar
Tarlasındaki Çocuklar''ın (Jerome David Salinger) uçurumdan aşağı düşmemesi için uçurum ucunda durup
düşmekte ısrar edenleri tutmak üzere kol kanat germeyi görev edinmeyi gerektirir. Hoca olmak bunu
gerektirir.
Sylvia Plath’ın yaşam öyküsü ve yapıtları, anti-psikiyatriyi savunanları da ilgilendirir, özellikle
ilaçla tedaviye karşı olanları. Anti-depresan ilaçların mucizevi olduğuna inananlara Plath’ın
hallerini okumalarını salık veririm, çünkü o ilaçların etkisindeki ve sonrasındaki yaşama bakış
açıları bilim adamlarımıza da ışık tutabilir; belki de böylelikle birçok hayat daha kurtarabilir
psikanalistler.
Kendimize çeki düzen verelim!
Ölümünden sonra, ''Ariel'' şiir seçkisi, şairin sahiplenmesi en doğal şiirleri, kendi yaratıları, ne
yazık ki kendi sıralamasıyla değil, Ted Hughes’un yeniden düzenlemesiyle yayımlandı. Bu yüzden de
araştırmalarım sonucunda, Sivvy’nin kendi sıralamasına sadık kalarak çevirdim ''Ariel''i. Kitap
Türkçede şaire ihanet etmeden yayımlanabildi. Bunun için de kendimden bir yanak alıyorum izninizle.
''Ariel''deki son şiiri ''Kış Uykusu'' ile Sylvia Plath bize miras olarak kara bir dimağ bıraktı.
''Susma Cesareti'' şiirindeki tek kişilik cumhuriyetinden yazdığı şiirlerle de sessizliğinin
şiddetini tüyler ürpertici bir estetik halinde sundu, biz nice epifanilerden geçelim de kendimize
çeki düzen verelim diye.
Ben ölü yumurta, uzanmışım
Büsbütün
Dokunamadığım bütün bir dünyanın üzerine
(''Felçli/Paralytic'')
Sylvia Plath’ın şiirlerini okuyalım, uyanalım maskelerimize; ayıp, aydınlanalım biraz. Zihnimiz
açılsın. Tastamam olalım. Yazdığı son şiirinden bir alıntıyla bir kez daha şapka çıkarıyorum
Sylvia’ya:
Büsbütün olur kadın.
Ölü gövdesi
Başarının gülümsemesini kuşanmış.
(''Uc / Edge'')