Sanat ya da bilim ürünlerinin ticari meta haline getirilerek satılmaya
başlanması Türkiye için son 100 değil, 30 yıldan da kısa bir sürenin ürünüdür.
Toplumsal ilk gereksemelerinden olduğunun ayırdına varılarak sanat ve bilim
ürünlerinin bütün toplumun el uzatınca yakalanabilecek denli yakınlarında olması
gerekir. Bunu sağlamak da toplumsal organizasyonun, eğitim gibi, sağlık gibi en
önemli görevlerindendir.
Ayrıca bu ürünlerin ticari meta haline gelmesi, üretenlerin de makine üretimi
yapması gibi, alıcının isteklerine göre şekillenmesi sonucunu ortaya çıkarmakta
ve sanat ve bilim özgürlüğünü de yozlaşmaya değin gidecek bir yönde sapmalara
uğratmaktadır.
Elbette bu ürünleri üretenlerin üst düzeyde yaşatılmaları toplumun kesin
ihtiyacıdır. Ama bunun saptırıcı ve yozlaştırıcı "kâr" ölçütüyle yapılmak yerine
çok daha başka biçimlerde çözülmesi gerekir. Bunun çözümlerinin araştırılması
yerine özellikle "sermaye"nin bulunduğu noktadan bakarak "kar" gerekçeli
yasaklamaları getiren "telif hakları" çözümlerinin kesin olarak karşısında
durulması gereklidir.
Kuşkusuz, bunu söylerken bir mafya düzeninin "sahiplik hakları"nın yerine
geçmesini öneriyor değilim. Sanat ve düşünce ürünlerinin satılarak ve kar
edilmesi amaçlanarak dağıtılması ile bunun mafya düzeni tarafından yapılıyor
olmasının arasında en küçük bir ayırımın olmadığını düşünüyorum.
Osmanlı döneminde, uzun süre düşünce ve sanat ürünlerinin nasıl dağıtıldığını
örnekleyerek bitirmek istiyorum.
Hattat Ahî "beyaza çekilecek" kitabı bir masa başında ve öğrencilerinden birine
okutarak yazarmış. Kendisi satılacak kopyayı yazarken aynı masanın etrafında
oturan öteki öğrencileri de yapabildikleri kadar aynı kitabı yazarlarmış. Hattat
Ahî onların yazmalarını denetler, uyarılarla düzeltir, sonunda aynı kitabın
birçok kopyası ortaya çıkarmış. Kendi yazdığı parası verilmiş olan kopyayı
sahibine verip geçim parasını ondan alan Hattat Ahî, öğrencilerinin yazdıkları
doğru ama görece o kadar düzgün olmayan kopyaları alır, Ahî örgütünde,
Kervancıbaşı'na götürür verirmiş. Kervancıbaşı, yola düzülecek kervanları gözden
geçirir, aynı kitabın daha önce gönderildiği yerleri de göz önüne alarak yeni
kopyaları uygun kervanın kervancısına verir, geçeceği kentlerin nüfus,
ilgililik, medrese kenti olup olmaması gibi verileri de değerlendirerek hangi
kentte kaç tane satması gerektiğini kitapları verdiği kervancıya söylermiş. O
kervancı da kervancıbaşının söylediği kentlerde ve o sayılarla kitapları
satarmış. Sonra kitabın dağıtımında aynı süreç ulaştığı kentlerde yeniden
başlarmış. Derler ki, Osmanlı'nın en büyük olduğu zamanlarda bile yeni yazılan
bir kitabın İstanbul'dan çıkıp Afrika'da Mısır'a, Fas'a kadar, Avrupa'da
Belgrat'a, Endülüs'e kadar, Doğu'da İran'a, Hindistan'a, Türkmenistan'a kadar
ulaşması, şerh edilmesi, haşiyyelerinin hazırlanması, onların tekrar beyaza
çekilmesi, yeniden bütün dünyaya dağıtılması, ve yanıtlarının hazırlanarak
İstanbul'a yeniden ulaşması yalnızca altı ay sürermiş.
Sermayenin düzeni kapitalizmin her şeyi satarak dönen çarklarına beyinlerimizi
de kaptırmış olmamız nedeniyle biraz utanmamız gerekmez mi?
1960'ların sonlarına doğru, Turhan Selçuk'tan esinlenerek oynanan Dostlar
Tiyatrosunda Arif Erkin'in bestesi olan müziklerin arasında Genco Erkal'ın
söylediği "Gözlüklü Samilerin şarkısı" geliyor aklıma:
Bu işin raconu böyle
Çıkarına bakacaksın
Uygun fiyat verirlerse
Ananı da satacaksın!..
Bu konuyla ilgili olarak Sevgili Can Yücel'in, şiir denebilir mi bilmiyorum ama,
Orhan Pamuk'a ilişkin düşüncelerini yansıtan bir söyleyişini de paylaşarak
bitirmek istiyorum:
GÜNCEL BİR KONU
Sepetinde üç dirhem pamuğu olmayan takımı
Fena halde tebelleş oldu Orhan Pamuk'a...
Yok efendim, bu Nışantaşı çayır züppesi
-Romancılık ne gezer serde!-
Reklâm yazarıymış düpedüz
Veya son model helikopteriyle kapı kapı dolaşan
Post-modern bir seyyar satıcı...
Ben ki pre-modern bir şairim, diyorum ki size:
Bakmayın Orhan'ın hep geçmişe mazilerden dem vurduğuna
Harem dairelerinde oryantal göbekler attığına!
O mu sanki edebiyatımızda tek yağmur kaçağı
Üslubu bihoş mesleği nakkaş muşambası makintoş!
Bakmayın sokaklarda bir müze bekçisi gibi dolaştığına
O tam Günün Adamı
Antika olan biziz asıl
Gırtlağına kadar beyaz eşyaya kara paraya batmış
Bu tüketim toplumunun has çocuğu o!
Bir kalemde yeni bir kalem sürdü piyasa ekonomisine
Kitapsızlar mahallesinde salyangoz bellenen, o yasaklı
O tu kaka KİTAP kapış kapış gidiyor sapamarketlerde
Orhan eskiden yok olan bir şeyi yok satıyor
Biz ne kızıllar gördük kızılı yok pahasına satan...
Varsın o da Kırmızı'yı okutsun ateş pahasına
Can YÜCEL
31 Aralık 1998, Datça
Not
Doğal ki bu düşüncelerin Sinemaya, özellikle de Türk Sinemasına nasıl
uyarlanabileceği konusunda düşünce üretmemiz gerekir. Yeni filmlerin
finansmanının nasıl olacağı, sektörün nasıl geçineceği konuları da doğal olarak
bu yapının kurulması sırasında düşünülmesi gerekir. Avrupa film örgütlerini bir
yana bıraktım, Sermayenin ana devleti rolünü özellikle ikinci dünya savaşından
bu yana aşk ile şevk ile oynamayı sürdüren ABD'de bile Hollywood sineması için
ne destekler verilmiş olduğu, verilmekte olduğu biliniyordur sanırım.