“Ben hayattayım... Milli mücadeleye ait bütün evrakım, kılıcım, çizmem
halihazırda mevcut olduğuna göre çağırdığınız anda bana düşen vazife ve görevi
yapmadım mı? Böyle bir teklif karşısında kalsam memnuniyetle kabul eder, bir
artist gibi filmde rol alır, hatıraları canlandırırdım. Bu, milli bir
vazifedir.”
M. Kemal ATATÜRK
Dünyada bütün gelişmiş ülkeler sinemanın icadını takip eden yıllarda, onun ne
derece önemli olduğunun bilinciyle önemli yatırımlar yapmış, devlet eliyle
sağlam alt yapılar, yasal düzenlemeler ve maddi teşvikler sağlamıştır. Yani bu
ülkelerin her birinin bir kültür politikası olduğu gibi, bir sinema politikaları
da olmuştur. Ve yine hepsinde sinema bu ülkelerdeki egemen ideolojilerin halk
tarafından benimsenmesinde önemli rol oynamıştır. (1)
Bu politikalar zaman içersinde bu ülkelerin hem sinema sanatında hem de sinema
sanayisinde söz sahibi olmalarına da yol açmıştır. Türk sinema tarihini
incelediğimizde ise Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin Türk sineması ile olan
ilgilerinin M. K. Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olduğu dönem dışında- uzun yıllar
boyunca vergi almak ve sansürlemek düzeyinde kaldığını görebiliriz. Türkiye
Kemalist Devrim’in sağlam temellere oturması için gerekli olan sürede sinemanın
gücünü yeterince kullanamamış, pek çok sektörü ve sanatı doğrudan himayesi
altına alırken sinemayı kendi haline bırakmıştır. Bir iki özel girişimcinin
yetersiz çabaları Türk sinemasına muhtaç olduğu itkiyi kazandıramamıştır.
Aşağıda Türk sinemasının ‘devletle olan ilişkileri temelinde’ nasıl bir süreçten
geçtiğini bazı başlıklar altında bulacaksınız. I. Sinemanın Osmanlı
İmparatorluğu’na Girişi Osmanlı İmparatorluğu’nun sinemayla tanışması Fransız
Lumière kardeşlerin dünyanın önemli şehirlerine gönderdikleri kameramanlarından
bazılarının 1896’da İstanbul’a ve diğer şehirlere de gelmesi ve bazı belgesel
çekimler yapmalarıyla olmuştur. Sinemanın Osmanlı topraklarındaki ilk yıllarında
önce sinema gösterilerine padişah tarafından izin verilmemiştir. (2)
Takip eden bir iki yıl içinde de önce Osmanlı’nın başkentinde sonra diğer önemli
şehirlerinde birahane, kafe gibi salonlarda gösteriler başlamış daha sonra da
bazı azınlıkların ve yabancı girişimcilerin öncülüğünde film gösterimi amacıyla
yapılan ilk salonlar açılmaya başlamıştır. Kayıtlara geçmiş olan ilk film
çekimleri ise Selanik’de yaşayan iki fotoğrafçı kardeş olan Manakis kardeşlerin
yapmış olduğu belge çekimlerdir. Yaptıkları çekimler arasında gündelik yaşama
ait görüntülerin dışında, siyasal ve toplumsal olayların görüntüleri vardır. V.
Mehmet Reşat’ın 5-26 Haziran 1911’de Selanik ve Manastır ziyareti sırasında
yaptıkları çekimler günümüze kadar ulaşmış görüntülerdir. (3)
Devletin sinemayla ciddi olarak ilgilenmesi Enver Paşa’nın Almanya’ya yaptığı
ziyarette Alman ordusunda gördüğü “ordu film dairesi”nin bir benzerini Osmanlı
ordusunda da kurmaya karar vermesiyle başlar. 1914’de Yeşilköy’deki Rus anıtının
yıkılışı fotoğraflarla belgelenir. Bu yıkımın Daire’de çalışan subay Fuat
Uzkınay tarafından filme alındığına dair yazılar bulunmasına rağmen filmin hiç
var olmadığına dair şüpheler de mevcuttur. (4)
1915’de Enver Paşa Merkez Ordu Sinema Dairesi’ni kurdurur. Dairenin yöneticisi
olan Osmanlı tebaası Sigmund Weinberg’in yardımcısı Fuat Uzkınay ve personeli
ise Mazhar Talay ile Cemil Filmer’dir. Dairenin kuruluş amaçları ve işlevi şöyle
tanımlanmıştı: Cephelerde savaşan birliklerin harekatıyla ilgili filmleri,
önemli olaylarla ilgili filmleri, askeri fabrikaların çalışmalarıyla ilgili
filmleri, müttefik ülkelerden gelen yeni silahların kullanılışıyla ilgili
filmleri ve manevralarla ilgili filmleri çekmek ve göstermek.Savaş yıllarında
önce bu kurumun, daha sonra Müdafaa-i Millîye Cemiyeti’nin uzun konulu film
yapma çabaları da olur. Yarım kalan filmlerin ardından Sedat Simavi’nin “Pençe”
ve “Casus” adlı filmleri ilk konulu uzun metraj Türk filmleri olarak tarihe
geçer (1917).
Savaşın sonunda imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 191 Merkez Ordu
Sinema Dairesi’nin elindeki teknik ekipmana işgalciler tarafından el konma
tehlikesini de beraberinde getirmiş, böylece hem ordunun hem de Müdafaa-i
Millîye Cemiyeti’nin film çekim aletleri Malûlîn-i Guzat-i Askerîye Muavenet
Cemiyeti(sonraki adıyla Malul Gaziler Cemiyeti)’ne devredilmiştir. İstanbul’un
işgal altında olduğu yıllarda bu cemiyetin de film çalışmaları olur. 1919’da
Ahmet Fehim Efendi “Binnaz”ı ve Hüseyin Rahmi’nin romanından alınan
“Mürebbiye”yi çeker.
1921’de de Şadi Karagözoğlu sahnede canlandırdığı tipi sinemaya taşır ve “Bican
Efendi Vekilharç”ı, ardından da iki kısa Bican Efendi güldürüsünü daha çeker.
Özel Girişimler Resmi veya yarı resmi kurumların sinemayla olan ilişkileri
sürerken bir yandan da yabancıların ardından yerli sermaye sahipleri de ilk
sinema salonlarını 1914’de açarlar. Bu ilk salonlardan birinin (Sirkeci’de
lokantacılık yapan dayıları Ali Rıza Efendi’nin yerindeki sinema salonu)
işletmecisi olan Kemal ve Şakir Bey 1919’da ilk yerli film yapım şirketi olan
Kemal Film’i kurdular. Kemal Film Almanya’da sinema filmleri yapan tiyatrocu
Ertuğrul Muhsin’le anlaşarak birkaç filme imza atar.
1922’de “İstanbul’da Bir Facia-i Aşk” ve “Nur Baba - Boğaziçi Esrarı”nı
yaparlar. Ancak Ertuğrul ile kurdukları işbirliği Cumhuriyet’in ilk yıllarında
sona erecek ve Kemal Film yapımcılık işinden çekilecektir. (5)
II. Türkiye Cumhuriyeti
M .K. Atatürk ve Sinema Milli mücadele sırasında Merkez Ordu Sinema Dairesi’nin
bir benzeri Ankara’da TBMM Hükümeti bünyesinde kurulmuştu (1922). Savaş
sırasında Fuat Uzkınay ve TBMM Ordu Film teşkilatının operatörleri batı
cephesinde verilen mücadeleyi, İzmir’in Yunanlılardan kurtarılışını ve Türk
ordusunun İstanbul’a girişini belgelemişti. M.K.Atatürk henüz savaş halindeyken
bile sinemanın taşıdığı önemi görmüş ve Cumhuriyet’in ilanından sonra da bu
konudaki duyarlılığını ortaya koymuştu. Genç kuşaklara ve gelecek kuşaklara
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in temel değerlerini aktarmak, tarihe bir belge
kazandırmak amacıyla, Kurtuluş Savaşı yıllarında Fuat Uzkınay’ın çektiği “Zafer
Yollarında” adlı belge film yeniden ele alınmış daha kapsamlı bir hale
getirilmeye çalışılmıştı.
1934’de filmi izleyen M. K. Atatürk, filmi yeterli görmemiş ve çalışmalara devam
edilmesini istemişti. Film çalışmalarının gidişatını takip eden M. K. Atatürk,
filmde kendisinin yer aldığı bölümlerde hareketli görüntünün olmamasından dolayı
filmin tamamlanamadığını öğrenince tepkisini şöyle dile getirmiştir: “Ben
hayattayım... Milli mücadeleye ait bütün evrakım, kılıcım, çizmem halihazırda
mevcut olduğuna göre çağırdığınız anda bana düşen vazife ve görevi yapmadım mı?
Böyle bir teklif karşısında kalsam memnuniyetle kabul eder, bir artist gibi
filmde rol alır, hatıraları canlandırırdım. Bu, milli bir vazifedir. Çünkü Türk
gençliğine bu mücadelenin nasıl kazanıldığını canlı olarak ispat etmek, hatıra
bırakmak, ancak bu filmle mümkün olacaktır.”
Ancak M. K. Atatürk’ün bozulan sağlığı “İstiklal” adı verilen filmi görmesine
engel olmuştu. Ayrıca film onun istediği gibi de tamamlanamamıştı; M. K.
Atatürk’ün konuya verdiği öneme rağmen hem bu ilginin hükümet düzeyinde
gerçekleşmemesi -yani devletin kültür politikasının bir parçası olmaması- hem de
sinemayı dünya ölçeğinde kavramış bir sinemacı kuşağının henüz yetişmemiş olması
arşivlerde yer alan zengin sinema malzemesinin layığınca kullanılmasına engel
olmuştu. Üstelik Kemal Film’in yapım işinden çekilmesinden ve Muhsin Ertuğrul’un
yurt dışına gitmesinden sonra dört yıl hiç film çekilmemiş, böylece özel sektör
de film üretimiyle ilgisini kesmişti.
Türk sineması açısından kayıp olan bu yılları Atilla Dorsay şöyle yorumluyor:
“Türk devriminin en hızlı, en önemli yıllarıdır bunlar. Bu yıllar içinde
sinemanın kendine özgü gücü ve etkisiyle oynayabileceği önemli rol unutulmuştur.
Sinema, Atatürk devrimlerine katkıda bulunmak onurundan yoksun bırakılmıştır.
Umutlu başlangıca karşın, Türkiye’de sinemaya ilgi duyan, gönül veren kişiler,
sanatçılar çıkmamıştır. Bu, Cumhuriyet sonrası için büyük bir yitiktir: artık
yeri doldurulamaz büyük bir yitik. Devrimler sinemanın gücünden, sinema da
devrimlerin esininden, coşkusundan yoksun kalmış, kurulabilecek olan karşılıklı
çok güzel bir alışveriş gerçekleşmemiştir. Devrimlerin en önemli ve temel
olanları, sinema aracılığıyla yığınlara ulaştırılmaktan da, arşivlere belge
olarak mal edilmekten de ırak kalmıştır.”
Cumhuriyet’in 10. Yılı ve Sovyet Yönetmene Yaptırılan Film: 37 “Türkiye’nin
Kalbi Ankara” İçine düşülen durum o kadar umutsuzdur ki Cumhuriyet’in 10. Yıl
coşkusunu bir film haline getirmesi için Sovyet Rusya’dan sinemacılar
çağrılmıştır. Bu çerçevede iki film yapılmıştır. İlki ünlü Sovyet yönetmen
Sergey Yutkevich ve Lev Oskarovich’in hazırladığı “Türkiye’nin Kalbi Ankara”dır.
Kendileriyle birlikte Türkiye’ye gelen Sovyet askeri ve sivil heyetinin
Cumhuriyet’in 10. Yılı kutlamaları için önce İstanbul’a oradan da Ankara’ya
varışlarını çeken Yutkevich, filmin geri kalan kısmında kutlamalardan
görüntülere, -daha sonra tüm belgesel filmlerde kullanılacak olan- M. K.
Atatürk’ün ‘10. Yıl Nutku’ görüntülerine ve modern Türkiye’nin başkenti
Ankara’dan gelişmişlik göstergesi kurumların ve Ankaralıların yaşamlarına ait
görüntülere yer vermişti. (6)
Filmde Türk ve Sovyet devletleri arasındaki dostluğa da sık sık vurgu
yapılmıştı. 1934 yılında gösterilen film daha sonraki yıllarda yasaklanacak, TRT
döneminde gösterim programına alındıktan sonra ani bir müdahale ile yayından
kaldırılacaktır. İkinci film ise ünlü film montajcısı Esther Schub’un eldeki
belgeleri kullanıp yeniden kurgulayarak oluşturduğu “Türk İnkılabında Terakki
Hamleleri” idi. Filmin yapımcılığını özel bir film şirketi olan Ha-Ka Film’e
vermiş ve Schub Türk yönetmen Necati Çakuş’la üç yılın sonunda filmi bitirmişti.
Meclise Sunulan Sinema Raporu Bu dönemde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde de
sinema hakkında bir çalışma gerçekleştirilmişti. 1 Şubat 1929 tarihinde daha
önce yurt dışında sinema ile ilgili araştırmalar yapan Naci Bey TBMM’ne bir
rapor sunmuştu. Bu raporda dünyanın gelişmiş ülkelerinde sinemanın gücünün nasıl
değerlendirildiğinde n, sinemaya ne tür yatırımlar yapıldığından ve
sinemacıların nasıl teşvik edildiğinden bahsediyordu. Yabancı ülke sinemaları
hakkında yaptığı tespitler oldukça doğruydu. Örneğin Amerikan sinemasında
gördüklerini şöyle aktarıyordu: “Zira Amerika Hükümeti, deniz kenarındaki bu
araziyi (Hollywood ve Los Angeles) her türlü konforu haiz olmak üzere bir şehir
haline getirmek için çok mükemmel bir plan dahilinde, yollarla, kanallarla,
parklarla ve her türlü tesisat-ı medeniye ile tezyin ve tanzim eyledikten sonra
bütün bu araziyi maliyeti üzerinden sermayedarlara çok uzun senelere inkısam
eyleyen vadelerle tefvîz eylediği gibi Holivud’a yerleşen bütün sermayedarlar ve
sanatkarları, uzun müddet her türlü vergiden affetmişti.” Naci Bey Amerikan
sinemasının tüm dünya çapında üstünlük kurmasını, bu anlattıklarına
bağlamaktaydı. (7)
Bu tespitlerin ardından da Türk hükümetine önerdiği politika hepsi yabancı film
ithalatı yapan film şirketlerinin oluşturduğu tekelin kırılarak, tüm sinema
işlerinin bir makama bağlanması olmuştur.
Tüm sinema işlerini yönetecek olan makam da ona göre Tayyare Cemiyeti’dir. Bu
değişikliğin sinema biletlerinde pahalılığa yol açmayacağını ve sinemacıları
zarara uğratmayacağını, aksine herkesin bundan yarar sağlayacağını ifade
etmiştir. Diğer yandan da sinemanın bir eğitim ve ilerleme aracı olarak
kullanılması halinde büyük yararlar sağlayacağını görmüş ve Cumhuriyet’in ‘halkı
kurtarmak ve filmleri birer kitap, sinemaları da medeni ihtiyaçlar için birer
mektep haline koymaya çalışma’ mecburiyetinde olduğunu eklemiştir. (
Özel Girişimler Bir yandan Anadolu’da kurtuluş mücadelesi verilirken henüz
emekleme dönemindeki sinemamız da kamerasını bu tarihi sürece yöneltmiş, böylece
yine Kemal Film’in yapımcılığında Muhsin Ertuğrul’un yönettiği Halide Edip
uyarlaması Ateşten Gömlek filmi doğmuştur (1923). Bağımsızlığın coşkusu
içersindeki Türk halkının büyük ilgi göstermiş olduğu film ayrıca Türk kadın
oyuncuların yer aldığı ilk Türk filmi olma özelliğine de sahiptir. Ancak 1924’de
Kemal Film’in yapımcılıktan çekilmesinin ardından dört yıl boyunca hiç film
yapılmamış ve bu yıllar A.Dorsay’ın değindiği gibi kayıp yıllar olmuştur. Muhsin
Ertuğrul Türkiye’ye döndükten sonra 1928’de kurulan İpek Film’in yapımcılığı
altında yeniden film çekmeye başlar. 1929 yılında “Ankara Postası” adında bir
Kurtuluş Savaşı filmi daha çeker. Ateşten Gömlek’in düzeyine ulaşamayan film
yine de gişe rekorları kırar. Bir Kurtuluş Savaşı filmi olması nedeniyle bu
filmde de Türk kadın oyuncuların yer alması ‘özel izin’lerle sağlanabilmiştir.
Bu iki filmin taşıdığı özelliği Agah Özgüç şöyle yorumluyor: “Müslüman Türk
kadınlarının ilk kez sinemaya geçen yolu açmaları da. Atatürk başta olmak üzere,
dönemin üst düzey yetkililerinin bu tür çalışmalara ortak katkıda bulunmayı bir
‘milli görev’ saymalarıyla gerçekleşmişti.”
M. Ertuğrul 1932’de, yurt dışında geçirdiği yıllarda dünya sinemasını yakından
takip etmenin etkileriyle, Kurtuluş Savaşı’nda çarpışan birkaç kahraman insanın
öyküsünü anlattığı “Bir Millet Uyanıyor”u çeker ve bu film onun en başarılı
filmleri arasında yer alır. İpek Film’le kurduğu ortaklığı bir tür tekele
dönüştüren M.Ertuğrul, 17 yıl boyunca Türk sinemasındaki tek yönetmen haline
gelir. (9)
M. Ertuğrul tekelinin kırılmasının ardından gelen dönemde oyuncu Ferdi Tayfur’un
çektiği 1948 yapımı “İstiklal Madalyası”na kadar Kurtuluş Savaşı filmi çekilmez.
Bu filmi başka Kurtuluş Savaşı filmleri izler. Bu filmler zaman zaman moda
haline gelmiş ve Türk sineması tarafından arka arkaya benzer filmler
yapılmıştır. 1968 yılında alınan bir kararla Genelkurmay Başkanlığı top, tüfek,
figüran asker gibi her türlü askeri yardımı yasaklamış, böylece bu tür filmlerin
sayısı gitgide azalmıştır (Bu filmlerin gerçekleşmesinde daha önce ordunun
sağladığı asker ve malzeme yardımının büyük rolü olmuştur). 1975’den sonra hiç
Kurtuluş Savaşı filmi çekilmez. Bugüne kadar çekilen kayda değer filmlerin
arasında Turgut Demirağ’ın “Fato – Ya İstiklal Ya Ölüm” (1949), Lütfi Akad’ın
“Vurun Kahpeye” (1949), Orhon Murat Arıburnu’nun “Yüzbaşı Tahsin” (1950), Atıf
Yılmaz’ın “Bu Vatanın Çocukları” (1959), Osman Seden’in “Düşman Yolları Kesti”
(1959), Nejat Saydam’ın “Kalpaklılar” (1959), Memduh Ün’ün “Ateşten Damla”
(1960) sayılabilir.
III. Atatürk’ten Sonra Sinema ve Yeşilçam
M. K. Atatürk’ün Türk sinemasına göstermiş olduğu kişisel ilgi bile sinemamıza
çok önemli katkılar sağlamıştı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında çekilen Kurtuluş
Savaşı filmlerinde Türk kadınlarının da oynamasını teşvik etmiş, İzmir’i
ziyareti sırasında Cemil Filmer’in işlettiği Ankara Sineması’na önceden talep
ettiği filmleri izlemeye gittiğinde Türkiye’de ilk defa kadınlar ve erkeklerin
bir arada film izlemelerini sağlamıştı. 1938 yılında o güne kadar devlet ve
belediyeler tarafından sinemalardan alınan %33 verginin indirilmesini emretmiş
ve 29.6.1938’de vergi oranı %10’a indirilmişti. O yıl İngiliz yapımı “Çanakkale
Harbi” filmine özel ilgi gösteren M.K.Atatürk’ün bu kararı alışını Cemil Filmer
şöyle aktarıyor: “İşte bu ‘Çanakkale Harbi’ filmi Atatürk’ün ilgisini çekmişti.
(...) Atatürk yanında Maliye Bakanı Fuat Ağralı ile filmi görmeye geliyor. Bu
arada sinema ücretlerinden falan bahis oluyor. Atatürk sinemanın çok yarayışlı
bir icat olduğunu, halkın bundan gerektiği gibi faydalanmasını, sinemacılığın
inkişafını istiyor, bu münasebetle alınan vergilerin düşürülmesini emrediyor.
Ankara’ya döndükten sonra gerçekten de alınan vergiler %10’a indirilmiş oluyor.”
Ancak M.K.Atatürk’ün ölümünden sonra hem yabancı hem de Türk filmi oynatan
sinemalardan alınan vergiler yükseltilmiş, bu durum 1948 yılında kısmen
düzeltilmesine rağmen yerli filmlerden alınan vergi oranı ancak %25 düzeyine
inmiştir. Bir sinema politikası olmayan Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri sürekli
olarak bu vergi oranlarıyla oynayarak zaman geçirmiştir. Yine Cemil Filmer’in
anılarında M.K.Atatürk’ün sinemaya gösterdiği ilgi hakkındaki yorumu dikkat
çekicidir: “Atatürk ‘Sinema mühim bir icattır, buna gereken ehemmiyet
verilmelidir’ mealinde sözleri ile sinemanın kıymetini takdir etmiş, vergiyi
%10’a indirerek bu sanatın gelişmesine ön ayak olmuş olduğu halde, İsmet Paşa
zamanında bunun tam aksi yapılmıştır.” Milli Şef döneminde sinemacılar artan
vergilerin dışında, Varlık Vergisi ile de güç duruma düşmüşlerdir. Türkiye’nin
en büyük şirketi İpek Film üç yıl süreyle film yapamamıştır. 1948 yılında
yabancı filmlere %75 vergi konması ise, film ithalatında kısa süreli azalmaya
yol açarken yerli film yapımının da artmasına neden olmuştur. 1946 yılında birer
ikişer kurulmaya başlayan film yapım şirketlerinin sayısı hızla çoğalmıştır.
1916-1944 arasında yılda çekilen film sayısı ortalaması 1,46 iken, 1945-1959
arasında bu oran 41,46’ya yükselmiştir. 1950-1959 arasında ise bu oran 56,70’e
ulaşır. Salon, koltuk ve seyirci sayısında da önemli ölçüde artış başlamıştır.
Gitgide daha çok seyirciyi salonlara çeken bu temelsiz ve programsız yeni
yapılanma bugün ‘Yeşilçam’ olarak bildiğimiz sinemanın da çekirdeğini
oluşturmuştur. Yeşilçam Muhsin Ertuğrul tekelini kıran bir sinemacı kuşağının ve
onları takip eden –sinema tarihçilerimiz tarafından Sinemacılar Kuşağı olarak
adlandırılan- genç kuşağın çabalarıyla doğmuş; 50’li yıllarda sinema sanatı ve
dili bakımından ilk yetkin örneklerini vermiş; 60’lı yıllarda ise hem film
sayısı hem de filmlerin niteliği bakımından ‘Altın Çağ’ını yaşamıştır. Sansür
Gerek ‘Milli Şef’ döneminde, gerekse ‘Demokrat Parti’ dönemiyle onu takip eden
’27 Mayıs Dönemi’nde Yeşilçam sadece ekonomik ve teknik sıkıntılarla boğuşmamış
aynı zamanda hiçbir zaman eksik olmayan ‘sansür’ belasıyla uğraşmıştır. Sansür
Türk sinemacısının toplumsal gerçekleri filme almasına engel olmuştur. Diğer
yandan Türk sinemasının evrensel düzeyde çok büyük başarılar kazanamamasının
nedenlerinden biri de, her türlü yaratıcı düşünceyi baskı altına alan sansürdür.
Faşist İtalya’dan ülkemize uyarlanan sansür yönetmelikleri (1939 Denetleme
Tüzüğü), sürekli Türk sinemasını kıskaç 40
altında tutmuş hatta başlarda görece özgür bir ortamın doğduğu 50’li yıllarda ve
herkese özgürlük dağıtılan 27 Mayıs iktidarında bu özgürlüklerden nasibini
alamayan tek alan Türk sineması olmuştur; 13 Nisan 1961’de sinema sansürünün
kaldırılması teklifi Kurucu Meclis’te uzun tartışmalardan sonra reddedilmiştir.
Üstelik 1962 yılında Türkiye’deki tüm yabancı film pazarını ele geçirmiş olan
ABD, Amerikan filmlerinin denetimine başlamış ve yalnızca “Amerikan Haberler
Bürosu”nun onayından geçen filmlerin gösterilebileceğini açıklamıştır. (10)
Türk sineması bu baskı karşısında çaresiz melodram filmlere ve vurdulu kırdılı
filmlere yönelmiştir. Türkiye’nin sinema konusundaki belki de tek istikrarlı
politikası olan sansürü Burhan Arpad şöyle değerlendiriyor: “Bu çeşit filmlerin
kılına dokunmayan ve toplumsal gerçekleri az buçuk ele almayı deneyenleri hemen
yasaklayan bir sansür, durumların sürüp gitmesinde kendi çıkarlarının
korunmasından yana bir yönetim için bulunmaz bir destektir.
”Altın Çağ ve Sonrası Yeşilçam özellikle Altın Çağ’ını yaşadığı yıllarda daha
önceki dönemlerde hiç olmadığı kadar halkla büyük yakınlık kurmuştur.
Salonlardaki seyirci sayısı inanılmaz boyutlara ulaşmış, ‘halk sineması’ kavramı
bu yıllarda doğmuştur. Sinemacılar seyirciden aldığı destekle yeni filmler
yapmaya yönelmiş, böylece kusurlu da olsa bir sinema sektörünün doğma koşulları
oluşmaya başlamıştır. Ancak filmlerdeki sayısal artışı, filmlerin niteliğinde
aynı oranda görmek mümkün olmamıştır. Sinemamız teknik düzeyde dünyanın
gerisinde kalırken, estetik anlamda dünyayla boy ölçüşebilecek filmler üretmeye
çabalamış ancak bu filmlerin sayısı da oldukça sınırlı kalmıştır.
Yeşilçam için, yakaladığı koşullar içinde kendi kendini yarattı demek yanlış
olmaz. Ancak bu süreç içinde kendini yıkacak unsurları da üzerinde taşımıştır.
Devlete rağmen var olan Yeşilçam, bu özelliği nedeniyle de 1970’lerin
başlarından itibaren düşüşe geçer. Seyircinin beğenisini uzun süre elinde tutan
sinemacılar, devletin bir sinema politikasının olmayışının acı sonuçlarıyla
karşı karşıya kalırlar. (11)
Sinema alanında büyük bir küçülme yaşanır, 1980’den sonra küçülme had safhaya
ulaşır ve Türk sineması yılda ancak 5-10 filmin yapılabildiği bir döneme girer.
80’li yıllarda yıllarca sinemasını ve sinemacısını her bakımdan sahipsiz ve
korunmasız bırakan devlet ilk defa telif haklarıyla ilgili yasal düzenlemelere
gider.
Ancak 2002 yılında bile telif yasasında etkin düzenlemeler yapılamamış, uygulama
safhasındaki sorunlar çözülememiş ve Naci Bey’in 1929’da öngördüğü Türk
sinemasında büyük sıçrama yaratacak olan bir sinema politikası hala
geliştirilememiştir. Sinema politikasını belirleyecek ve yönlendirecek olan bir
“Devlet Sinema Dairesi” kurulamamıştır. Türkiye, sinemasına ivme kazandıracak
olan “sinema eğitimi”ne de ancak 60’lı yılların sonunda başlayabilmiştir ve yine
bugün “sinema eğitim politikası”nı tek elden programlayacak olan bir “Devlet
Sinema Enstitüsü”nden de yoksundur.
Tüm bunlardan yoksun olarak varlığını sürdürmeye çalışan Türk sineması, doğal
olarak -zaten zaman içinde saptırılan- Kemalist Devrim’in ilkelerine gerektiği
gibi sahip çıkamamıştır. 1975’e kadar yapılan ve bir önceki bölümde kısaca
bahsedilen Kurtuluş Savaşı filmleri, devrimleri Türk halkına anlatmaktan ve
kavratmaktan uzak olmuşlar ve sadece Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılmış
olanları büyük seyirci kitleleriyle buluşabilmiştir. Bu filmlerin çoğunluğu
‘kahramanlık’ motifine fon olmaktan öteye gidememiştir. Sinema politikasının
yokluğu nedeniyle, ortaya çıkışı ciddi zararlar veren Türkiye Radyo ve
Televizyon Kurumu (TRT) bu tür filmlerin yapımını dizi tarzında yürütmeye
çalışmıştır.
Bu kurumun da ortaya çıkardığı en sağlam eserler, dizi olarak çekilip ayrıca
montajlanarak film haline getirilen “Kurtuluş” ve Cumhuriyet’in 75. Yılında
sinemalarda gösterilen “Cumhuriyet” filmleridir. Bu filmlerin eleştirisinin
mutlaka yapılması gerektiğini ve bunun başka bir yazı konusu olduğunu
belirterek; şimdilik her ikisinin de bir Cumhuriyet filmi olabilmek açısından
yetersiz kaldığını söylemekle yetinelim.
Son Söz “Sinema öyle bir keşiftir ki bir gün gelecek, barutun, elektriğin ve
kıtaların keşfinden çok dünya medeniyetinin veçhesini değiştireceği
görülecektir. Sinema, dünyanın en uzak köşelerinde oturan insanların
birbirlerini sevmelerini, tanımalarını temin edecektir. Sinema insanlar
arasındaki görüş, düşünüş farklarını silecek, insanlık idealinin tahakkukuna en
büyük yardımı yapacaktır. Sinemaya layık olduğu ehemmiyeti vermeliyiz.” Mustafa
Kemal ATATÜRK
(1) Sovyetler Birliği’nde Komünizm, Amerika Birleşik Devletleri’nde Kapitalizm
ve Almanya ile İtalya’da Faşizm, bu ülke yöneticilerinin sinemayı değişik ve
kendilerine özgü yöntemlerle desteklemesiyle çok güçlü bir propaganda aracına
sahip olmuşlardır.
(2) II. Abdülhamit halka sinemayı yasaklarken, Yıldız Sarayı’nda film
gösterileri yaptırmıştır. Zaten padişahın paranoyaları nedeniyle elektrik de
İstanbul’a geç gelmiş, bu da sinema salonlarının açılmasını olumsuz
etkilemiştir. 35
(3) Bu ziyaretten kısa bir süre sonra Balkan savaşları patlak verecek ve Osmanlı
İmparatorluğu bu toprakları kaybedecektir.
(4) Bu konuda sinema tarihçileri farklı düşünceler ileri sürmektedir. İlk Türk
filminin Uzkınay’ın “Ayestefanos’ta ki (Yeşilköy) Rus Abidesi’nin Yıkılışı”
olduğunu kabul edenler yanında, ilk Türk filmlerinin Manakis kardeşlerin
filmleri olduğunu ileri sürenler de vardır. Günümüzde Türk sinemasının doğuşu
anıtın yıkılış tarihi olan 14 Kasım’da kutlanmaktadır. 36
(5) Kemal Film’in kurucuları Kemal ve Şakir kardeşler film yapım işine ara
verdikten sonra uzun bir süre sadece film ithalatçılığı yapmışlardı. Soyadı
kanunundan sonra Seden soyadı aldılar. Kemal Seden’in oğlu Osman Seden amcası
Şakir Seden’i ikna ederek yeniden film yapımcılığına başladı. Hala film
çalışmalarını sürdüren Kemal Film Türkiye’nin en eski film şirketidir.
(6) Filmde köyünden Ankara’ya gelen bir büyükbaba ile izci olmuş kız torunu
arasındaki konuşmalarda Cumhuriyet’ten duydukları övünç ve gurur yansıtılırken,
bu sahneler belgeseldeki dramatizasyon öğesi olmuştu.
(7) Geçen sayıda “Bir Ulusun Doğuşu” adlı yazıda değindiğimiz Amerikan
sinemasına ait bu özellikler daha o tarihlerde bir Türk milletvekilinin de
gözünden kaçmamıştır. 38
(Naci Bey’in raporunda açıkladığı sinemayla ilgili dilekleri ve planlarının
yaşama geçirilemediğini sonraki yıllarda yaşananlardan gayet iyi biliyoruz.
(9) Aynı zamanda Şehir Tiyatroları’nın da başında olması nedeniyle tiyatrodaki
tüm oyuncuları sinemaya taşımış, tiyatro oyunlarını filme çekmiş ve yaptığı bu
filmlerde ‘tiyatrocu’ kimliğinden sıyrılamamıştı. Bunların sonucu olarak da Türk
sineması özellikle sanatsal düzeyde dünya sinemasının pek çok örneğinden geride
kalmıştı. Teknik alt yapı anlamında ise dünyada gelişmeler yakından takip
edilmiş, sesin sinemaya girdiği ilk yıllarda Ertuğrul ilk sesli Türk filmi
“İstanbul Sokaklarında”yı çekmişti. Ertuğrul’un tek adam olma özelliği 1939
yılında Faruk Kenç’in “Taş Parçası” filmiyle sona erecek, film basında
Ertuğrul’un başına düşen taş yorumlarıyla karşılanacaktı. 39
(10) 8 Nisan 1962’de United Artists’in Avrupa ve Ortadoğu Bölgesi satış müdürü
Auerbach, USIA’nın Türkiye’ye yalnız ABD’ni iyi gösteren filmler gönderilmesine
izin verdiğini açıkladı.
(11) Burhan Arpad henüz 1968 yılında yaklaşan felaketi görmüş ve şunları
yazmıştı: “Türk film yapımcıları ve yönetmenleri Bela Balazs’ın deyimiyle
‘Seyircinin beğenisini göz önünde tutmazlık edemezler’. Bu beğeniye yeni bir yön
vermek, toplumun kültür ve sanat ortamını geliştirmek, film yapımcılarının ne
görevidir, ne de ellerinden gelir. Bu sorumluluk, toplumu yönetenlerin
omuzlarına yüklenmiştir. Fakat iş başındakilerin, her toplumda, hep kendi
ekonomi anlayışlarına uygun bir yönetimden yana oldukları da gerçektir. Önce
yapımcılar değil, toplumu yönetenlerin ekonomi anlayışı değişmeli Türk
filmciliğinin bugünkü çıkmazdan kurtulabilmesi için.” 41
KAYNAKLAR
"Sinema ve Çağımız", Atilla Dorsay, Remzi Kitabevi, Ekim 1998 "Dünya Sinema
Sanayi", Giovanni Scognamillo, Timaş Yayınları, İstanbul 1997 "Dünya Sinema
Tarihi – I", Alev Demirbilek, MSÜ Sinema-TV Merkezi Yayınları, 1994 "Sinema
Yazıları", Paul Rotha & Richard Griffith, İzdüşüm Yayınları, Şubat 2001
"Sinemanın Evrimi", Thorold Dickinson, Çizgi Yayınları, Ocak 1986 “The Name
Above the Title – An Autobiography”, Frank Capra, The Macmillan Company, 1971
BİR ULUSUN DOĞUŞU II / KAYNAKLAR "Sinema ve Çağımız –1", Atiila Dorsay, Hil
Yayın, Nisan 1984 "Türk Sineması Kronolojisi", Nijat Özön, Bilgi Yayınevi,
Ankara 1968 "Türk Sineması Tarihi", Nijat Özön, Artist Reklam Ortaklığı
Yayınları, 1962 "Türk Sinema Tarihi", Giovanni Scognamillo, Kabalcı Yayınevi ,
İstanbul 1998 “Hatıralar-Türk Sinemasında 65 Yıl”, Cemil Filmer, İstanbul 1984
Naci Bey’in TBMM’ye Sunduğu Rapor, 1 Şubat 1929 "Türk Sinemasına Toplu Bir
Bakış", Nijat Özön, Türk Dili Dergisi Sinema Özel Sayısı, Sayı: 196, Ocak 1968
"Ekonomi Temeli Açısından Türk Filmi", Burhan Arpad, Türk Dili Dergisi Sinema
Özel Sayısı, Sayı: 196, Ocak 1968 “Sinema Tarihimizin Bilinmeyen İlk Filmleri”,
Burçak Evren, Antrakt Sinema Dergisi, Eylül 1995, Sayı: 48 “Kurtuluş Savaşı
Filmleri”, Agah Özgüç, Antrakt Sinema Dergisi, Kasım 1992, Sayı: 14 42
Tahir Alper ÇAĞLAYAN
İnşaat Yüksek Mühendisi, MSÜ Sinema Doktora Öğrencisi.
Kaynak
aydinlanma1923.org/sayi/43/A1923_43_5CAGLAYAN.pdf