Türk Sinemasının Seyirci Algılayışı Açısından Görünümü
(Mektepli-Alaylı)
Türk Sinemasında dizgesel bir yapıyla karşılaşamıyoruz. Kimi bazı dönem ve
akımlar; içinde bulundukları toplumsal, kültürel, ve ekonomik yapıyı kavramaya
çalışan yapıtlar vermiş ancak yine de yalnızca bireysel çabalarıyla
kalmışlardır.
Sinema sanatı üzerine çok sayıda araştırma yapılmış ve üzerinde çok
konuşulmuştur. Bu araştırmalarda değişik kuramsal yaklaşımlar uygulanmış ve her
birinde sinemanın belli başlı bir yönü üzerinde durulmuştur. Dilbilimsel ve
göstergebilimsel yaklaşımla sinemanın bir dil olduğunun ve onun da bir dizgesi
olduğunun altı çizilmiş, `auter' kuramı gibi kuramlarla sinema sanatçısının
yaratım edimi irdelenmiş, eleştirel kuramlar ile de sinema sanatının
beyazperdeye yansıyan dünyasının farklı alanlardan devşirilen düşüncelerinin
ışığı aracılığıyla mercek altına alınmıştır. Ne var ki sinema gibi geniş
kitlelere ulaşan bir sanat dalının seyircisi pek bir göz ardı edilmiştir. Oysa
seyircinin yapısının incelenmesi, onun anketlerle ve bunlardan gelecek
sonuçlarla disiplinler arası bir araştırmayla irdelenmesi sinemaya yeni bir
bakış açısı getirebilecektir.
İster Fuat Uzkınay'ın 1914'teki `Rus Abidesinin Yıkılışı' isterse de Manaki
Kardeşlerin çalışmaları başlangıç olarak kabul edilsin, Türk Sineması 60'lı
yıllarda ortaya çıkan Sinemacılar Kuşağı'na kadar bir ülke sineması görünümü
verememiştir. Burada sözü edilmek istenen yapılan özverili kimi çabaları
alışılagelmiş bir küçümseme ile reddetmek değil tersine bunun nedenlerini
irdelemeye çalışmak ve neden bir Türk Sineması olgusundan söz edemediğimizin
yanıtını bulabilmektir.
Bilindiği gibi sinema, bulunuşundan çok da uzun süre geçmeden Osmanlı
İmparatorluğu döneminde sarayda ve sonraları Beyoğlu'nda az da olsa bir seyirci
kitlesiyle buluşabildi. Bu yeni araç başlangıçta hareketli görüntüleri
beyazperde üzerinde yeniden canlandırıyordu. O dönemde bu sıra dışı bir olaydı
ama yine de teknik bir buluş olarak değerlendiriliyordu. Bu buluşu
gerçekleştirenler için de durum farklı değildi. Lumiere Kardeşler de bu buluşu
dünyanın dört bir yanına gönderdikleri yardımcıları aracılığıyla hem dünyaya
tanıttılar hem de gittikleri yerlerde kameralarıyla ilk belgesellerin
örneklerini verdiler. Sonrasında da diğer sanat dallarına oranla çok hızlı bir
biçimde gelişen buluşları, bir anlatım aracı durumuna gelerek bir sanat biçimini
aldı.
Osmanlı İmparatorluğu'nda da bu araç, ordu aracılığıyla bir gelişme sürecine
girdi. Birçok yenilikte olduğu gibi sinema da ilk önce girişimci bir asteğmen
olan Fuat Uzkınay'ın Sigmund Weinberg ile olan işbirliği aracılığıyla orduda
geliştirilmiştir. Sonraları gerçekleştirilen filmler genellikle bireysel
girişimler sonucu olmuş ancak kuramsal çalışmalarda dünyanın diğer yerlerindeki
ivme yakalanamamıştır. Sinemanın bir sanat aracı olarak görülüp üzerinde
konuşulması, 60'lı yıllarda olmuştur. Bunun nedeni, sinemayı kendine ek bir
uğraş gibi gören ve doğrudan ilgisi olamayan insanların (istemeyerek de olsa)
sinemaya girmiş olmalarıdır. Kuşkusuz bunların sinemaya etkisi tamamıyla olumsuz
yönde olmamış ancak kendi anlatım biçimini oluşturmasında sinemamıza çok zaman
kaybına neden olmuş, etkisini de uzun yıllar sürdürmüştür. Böylesi bir geleneğin
aşılması kolay olmamış yeni bir soluk getirecek çalışmaların bu geleneğin içinde
yer bulması zaman almıştır. Bu olguyu bir örnekle açıklamak için 17. Yüzyıl
Osmanlı İmparatorluğu'ndaki gelişme çabalarına bakmak yerinde olacaktır. Orduda
yapılmaya çalışılan Batılı ordularda görülen yeniliklerin benzeri uygulamaların
geleneksel yapıda kabullenilmesi kolay olmamıştır. Nizam-ı Cedit olarak bilinen
bu orduya ilk karşı çıkanlar Yeniçeriler olmuş; pusula, cetvel gibi araçlarla
savaşa gidilmesinin mantığı anlaşılamamıştır. Aynı dönemde askeri okullarda
yetişen subaylar `mektepli', diğerleri `alaylı' diye nitelendirilmiş ve belki de
hemen birçok yenilikte olduğu gibi yeniliğe karşı bir direniş ile
karşılaşılmıştır. Sanat alanında da durum pek farklı olmamış, aynı türden
ayrımlamam ile birbirini küçümser eğilimi görülmüştür. Yapılan çalışmalarda
gerçek anlamda bir dizge arayışı hep göz ardı edilmiştir.
Türk Sinemasının hangi dönemine bakarsak bakalım, dizgesel bir yapıyla
karşılaşamıyoruz. Kimi bazı dönem ve akımlar; içinde bulundukları toplumsal,
kültürel, ve ekonomik yapıyı kavramaya çalışan yapıtlar vermiş ancak yine de az
sayıda insan bu dönem içinde yalnızca bireysel çabalarıyla kalmışlardır. Dönem
dönem ortaya tartışmalar biçiminde yansıyan bu yapıtlar dünya sinemalarında
örneklerini gördüğümüz `Yeni Dalga', `Yeni Gerçekçilik' gibi bir akım biçimini
alamamıştır. Bunun en önemli nedenleri arasında sinemacıların birbirleriyle
girdikleri kısır çekişme ortamı sayılabilir. Tartışmalar ve karşılıklı
çekişmeler ne yazık ki olumlu adımlar atılmasına biçimsel ya da içeriksel yeni
oluşumların çıkmasına ön ayak olamamıştır. Bazı kuramsal çalışmaların yapıldığı
dönemlerde bile tam anlamıyla bunlardan yararlanılamamış, böylece içsel
sorunlarıyla baş edemezken bir de teknolojik yeniliklerle karşı karşıya
gelindiğinde vay o zaman Türk Sinemasının haline! Televizyondu videoydu derken
seyircisini de yitiren sinemamız çıkış yolunu her türden sömürünün baş
gösterdiği bir döneme girmiştir. Genel anlamda düşündüğümüzde birbirinin aynı
izlekler, aynı mekan ve oyuncularla melodramdan arabeske, vurdulu-kırdılı
maceralardan seks filmlerine neredeyse büyük bir seyirci kitlesinin yitirilmesi
için her yol denenmiştir.
Türk Sinemasının bu durumu, birçok yazar ve düşünür tarafından tespit
edilmiştir. Yine bazı yazar-düşünürün söylediklerinin aksine seyirci, Türk
Sinemasını hiçbir dönemde boşlamış değildir. Bunun örneklerini televizyonlarda
defalarca yayınlanan Türk filmlerinin izlenme oranlarına bakmakla görebiliriz.
Yine aynı biçimde son dönem Türk filmlerinde rekor sayıda seyirciyi
görebiliyoruz. "Eşkıya", "Vizontele" gibi filmlerle seyirci salonlara
çekilebilmekte. Bir filmin seyirciyle buluşması kuşkusuz sinemacı için önemli
bir kıstas. Ancak kanımızca bunu ne pahasına olursa olsun yapmak da yine o
derecede sinemamıza yeterli ilgiyi çekmede istenen etkiyi sağlamayacaktır.
Kısaca söylemek gerekirse, dikkatlerden kaçtığını düşündüğümüz bir konu, yaşanan
dünyanın gerçekliğe uygun bir yaklaşımla beyazperdede canlandırılamaması
konusudur. Yıllarca gerçeklikten kopuk, yapay ortamlarda bazen karikatürize
edilmiş oyuncu tiplerinde bu olgu karşımıza çıkıyor. Ne yazık ki böylesi bir
gelenek, ne sinemamızın doğru adımlarla ilerlemesini sağlamış ne de bu türden
filmlerle sağlıklı bir Türk Sinemasının temellerinin atılabilmesini olanaklı
kılmıştır. Sakın yanlış anlaşılmasın, bu söylenenlerle topluca bir sinemanın
kötülenerek göz ardı edilmesi değildir amaçlanan. Kuşkusuz sayıları
azımsanmayacak bir yönetmenler topluluğu aracılığıyla (bireysel de olsa) üslup
denemeleri hep umut kaynağı olmuş ve olagelmektedir.
İlgilendiğimiz konu açısından burada tek tek neler yapıldığı değil, bir ülke
sineması adına neler yapılabileceğinin yanıtını aramak olmalıdır. Kanımızca Türk
Sinemasının gişelerde seyirci rekorları kıran filmlerde teknik açıdan bir
gelişmeden söz edilebilse de sinemasal anlatım açısından yenilikten söz
edebilmek doğru gibi gelmiyor. Örnek verecek olursak, "Eşkıya", "Vizontele" gibi
pahalı bir biçimde üretilen filmlerde sinemasal bir dilin ağırlığından çok,
zaten televizyonlar aracılığıyla haklı bir başarıyı elde etmiş oyuncuların
etkisi daha bir ön planda bulunmaktadır. Yine bu filmlerin yanında ülkemizde
olmasa da katıldığı festivallerde aldığı ödüllerle bir seyirci topluluğu
yaratmış olan Nuri Bilge Ceylan filmleri bulunmaktadır. Oldukça kısıtlı bir
bütçe, tamamen amatör oyuncular ve mütevazı filmler. Ancak bu filmler
içerdikleri anlatım sayesinde nefes alıyor gibiler. Yaşanmışlık duygusunu
seyirciye `ekonomik' anlatımıyla duyumsatabiliyor. Buna karşın seyirciyle
buluşamıyor!
Tam da bu noktada günümüz Türk Sinemasının geleceği ile ilgili tartışmanın
odağında seyircinin Türk filmlerine ilgisizliği oturuyor. Türk filmlerine
diyoruz çünkü diğer büyük Hollywood yapımları salonlarda yerlerini alıyor ve
pekala seyirci bulabiliyor. Öyleyse sorun nerede? Dokuz Eylül Üniversitesi
Sinema-Televizyon Bölüm Başkanı hocam Oğuz Adanır'a göre seyirciyi suçlayan
yaklaşımlara bir an önce son verilmelidir. Kendisi olayı şu biçimde
özetlemektedir: "...Türkiye'de bütün yönetmenler –bir iki istisna hariç- `dahi',
seyirciler ise (onların filmlerini izlemeye gidenler hariç) düzeysiz ve ne
istediğini bilmeyen avanaklar ordusudur. Bir an önce son verilmesi gereken
zihniyet varsa işte bu yanlış zihniyettir" demektedir (Adanır, 1996: 6).
Gerçekten de her türden küçümsemeden uzakta neler yapılabilirin
değerlendirilmesi için öncelikle "...sinemanın bir araç değil bir amaç olarak
görülmesi" gerekmektedir.
Bu sanat dalı için emek veren insanlar emeklerini yapıcı doğrultuda yeni bir
zihniyetin oluşturulması uğrunda vermelidirler. Seyirci günümüzde eskiden olduğu
gibi filmler konusunda hiç de seçeneksiz değildir. Dolayısıyla seyirci
kendisinden bir şeyler görmeyi ve bunlara da inandırılmayı istemektedir. Bunu
yapabilmek için de önceden sözünü ettiğimiz yanlışlara düşmeden, hep birlikte
düşünmeli ve çıkış yolları aranmalıdır. Kuramsal çalışmalar, gerek sinema
okullarında gerekse de festivaller gibi ilginin tamamen yaratıcılık üzerinde
oluştuğu etkinliklerde tartışmalar düzenleyerek yapılmalıdır. Sinema
çevrelerinin göz ardı edilen Türk Sinemasının kuramsal altyapısını birlikte
oluşturmak için çalışılması gerekmektedir. Sorulacak sorular arasında; Türk
Sinemasının atmosfer yaratamamasının nedenleri, değişen seyirci yapısının
incelenmesi gibi öncelikli konular gelmelidir. Sinema diğer sanat dallarına
oranla hayatın beyazperdede yeniden sunumunu en dolaysız biçimde
gerçekleştirebilen sanat dalıdır. Onu daha bir hayatın içine çekebilmenin
yolları aranmalıdır. Çünkü sinema bu anlamda hayatın kendisidir.
(Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından 1-3 Temmuz 2002 tarihleri
arasında düzenlenen "Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler IV" konulu
konferansta sunulan bildiriden alınmıştır).
KAYNAKÇA
DİNÇER, S.M. (der.), Türk Sineması Üzerine Düşünceler, Doruk Yayımcılık, 1996,
Ankara.
BERKES, N., Türkiye'de Çağdaşlaşma, Doğu Batı Yayınları, 1979, İstanbul