Kitaplar ilk sinema kamerasının Osmanlı İmparatorluğu’na, gümrük kapısında
makineli tüfeğe benzetildiği için zorlukla içeri sokulduğunu anlatır. İlk
yıllarda, hele insanlar İstanbul’da sinemadan çıkıp bir de nümayiş yapınca,
Osmanlı kalan ömrü boyunca sinemaya her zaman “tehlikeli bir gösteri” olarak
algılamaya devam etti.... Bu korku emperyalizmin kuşatmasında kendini zor
kurtaran T.C. Devleti’ne de aynen geçti.
1923’te sinema sanatı daha rüştünü pek ispat etmiş bir sanat değildi. Bu yüzden
sinema, yeni kurulan devletin muasır medeniyetler seviyesine çıkma projesi
içinde yer almadı. Peki, rüştünü ispat etmiş olsaydı, projeye alınır mıydı?
Büyük ihtimal alınırdı ama müziğin başına gelenler onun da başına gelirdi. Bu
yüzden pek fark etmezdi. Bu yazının konusu ise neden daha sonra da
alınmadığıdır.
Bilindiği gibi, Cumhuriyet’in kuruluşundan 1950’li yılların ortalarına kadar her
yıl ancak birkaç film çekilebilmişti. Bu eksiklik, abuk sabuk tanımlarla
dönemlere ayrılmış Türk Sinema Tarihi’ndeki “Ara Dönem”e kadar, hep Muhsin
Ertuğrul’un “tekel” dönemi diye adlandırılır ve onun sırtına yıkılır ama bu
yargı yanlıştır. Asıl neden maddi alt yapı ve bilgi birikimi eksikliğidir. Bunun
en bariz örneği de Cumhurbaşkanı Atatürk’ün bir kurtuluş savaşı belgeseli
yapılması ve bunun Afgan Kralı’nın ziyaretine yetiştirilmesini istediği halde,
bu isteğin bir türlü yerine getirilememiş olmasıdır. O zamanlar, (Nazım
Hikmet’in çalışmaları dahil!) yapılan filmler çağın çok gerisindedir. (Bu ayrı
bir yazı konusu!)
Lenin, “Bizim için sanatların en önemlisi sinemadır” demiş ve sinemayı daha çok
bir propaganda aracı olarak düşünmüştür. Atatürk, geç de olsa, bugün sinema
kurumlarının duvarlarında asılı olan, “Sinema öyle bir keşiftir ki, bir gün
gelecek barutun, elektriğin ve kıtaların keşfinden çok, dünya medeniyetinin
veçhesini değiştireceği görülecektir. Sinema, dünyanın en uzak köşelerinde
oturan insanların birbirlerini sevmelerini, tanımalarını temin edecektir.
Sinema, insanlar arasındaki görüş, düşünüş farklarını silecek, insanlık
idealinin tahakkukuna en büyük yardımı yapacaktır. Sinemaya layık olduğu
ehemmiyeti vermeliyiz.” vecizesi ile sinemayı oldukça iyi tanımlanmıştır, (Bu
sözü Atatürk’ün hiç söylemediği de söylenir!) fakat daha sonraki yıllarda da
sinema bu ehemmiyetli yere asla konmamıştır! Çünkü, II. Dünya Savaşı sonrası
biçimlenen iki kutuplu dünyada, Türkiye’nin her tür iç ve dış tehlikelere karşı
kendini korumacı tavrı daha da artmıştı. O yıllarda Mussolini’nin İtalya’da
yaptığı sansür yasası kopya edilip, neredeyse 50 yıl, film üretim ve tüketim tüm
sürecinin (senaryo, çekim süreci ve yapım sonrası seyir), başına Demokles’in
Kılıcı gibi dikilmiştir.
Türk Sineması, 1990’lı yıllarda özel TV kanalların kurulmasına kadar, sansür
yasasıyla çok sıkı kontrol altında tutuldu. Bu korkunun gerçek nedeni (Walter
Benjamin’in de dediği gibi) film kopyalarının çoğaltılabilir özelliğidir. Çünkü
Batılaşma projesi içindeki sanatların çoğu (resim, heykel, opera/bale, tiyatro)
“tek ve orijinal” olarak sergilenen sanatlardı. Onların kontrolü kolaydı. Çünkü
sergiler her an kolayca kaldırılabilir veya bir tiyatro oyunu galasından sonra
rahatlıkla yasaklanabilirdi. Fakat kopyaları çoğaltılabilecek Sinema ve Müzik
ürünleri bir sorun çıkarabilirdi. Nitekim Müzik çıkartmış(!) ve çeşitli müzik
türlerinin radyolarda çalınması yasaklanmıştır. Bireysel tüketime açık olan
müzik plakları satılabilmiştir, çünkü müziğin plaktan (veya bant’tan) toplu
dinlenmesi söz konusu değildi. Pahalı bir ürün olan filmin bireysel seyir
tasarrufu zaten yoktu ama laboratuardan kaçak çıkacak bir film kopyasının sinema
salonlarında yapılacak toplu seyri için her tür ceza önceden öngörülmüştür.
Senaryonuz ve filminiz altın makaslı sansür kurullarından geçse bile, son söz
yine işgüzar bir vatandaşın şikayeti ile savcıların ve yerel mülki amirlerin
“kaldırın!” demesine bakıyordu. Sinema tarihimiz bunun binlerce örneği ile
doludur.
Türk Sineması ağır sansüre 1955-1990 yılları arasında popülist “Yeşilçam
Sineması” biçimine saparak boyun eğdi. 1960’lardan sonra artan salon sayısını
arkasına alan Yeşilçam Sineması, 1970’li yılların ortalarında film üretim
hacmiyle dünyada 4. sıraya kadar yükseldi. Bu ekonomik bir güçtü. Fakat sansür
baskısıyla toplumsallıktan uzaklaşmış bu sinema bu gücünü kurumsallaşmak için
harcamadı. O yıllarda örgütlenmek de zaten oldukça zordu. 1960 sonrası ortaya
çıkan entelektüel sinemacıların bazıları, 1970’li yılların ortalarında, sansür
ve sektörün popülist koşullarından yılıp sinemadan uzaklaştı. Çok az sinemacı
her şeye rağmen film yaptı.
Yasa ve kurumlaşma ihtiyacı ancak, 70’li yılların sonlarında, yükselen toplumsal
muhalefetin ivmesi ve sinemada sendikal hareketin yükselişi ile ortaya çıktı.
Fakat geçen yıllarda, değişen iktidarlar sürekli bu süreci frenledi ve sinema
için gerekli yasaları çıkarmadı. Sinemacılar 40 yıl devletin kapısını çaldılar
ama politikacılar onlarla fotoğraf çektirip oyaladı. 1983, 1995 ve 2004
yıllarında çıkarılan yasalar ancak dijitalleşen küresel görüntü/ses
endüstrisinin dayatması veya Avrupa Birliği’ne uyum sürecinin baskısı yüzünden,
temel sorunların çözümünden çok, varolan yasal açıkların giderilmesi amacıyla
yapıldı. Dolayısıyla çıkan yasalar ve onların izin verdiği kurumsallıklar da
çözüm üretmekten çok, sorunları öteleyen bir yamalı bohça olmaktan öteye
geçemedi.
Sansür yasasının yarım asrı geçen hegemonyası, Demirperde’nin yıkılmasıyla
başlayan ve özel televizyon yayıncılığı noktalanan 10 yıllık süreçte
kendiliğinde delik deşik oldu. Zamanında yurt dışından yayın yapan bir TV
kanalının “Geceyarısı Ekspresi”ni yayınlaması yasaya son darbeyi vurdu. Eski
sansür yasasının kaldırıldığı günlerde, bir bakanın koşa koşa gelip sinemacılara
“sansürü kaldırdık, niye sevinmiyorsunuz!” mealinde müjde vermesi ise finalin
traji-komik yanıdır!
Peki şimdi sansür var mı? Kimilerine göre var kimilerine göre yok! Federico
Fellini bunu çok iyi anlatır. (Mealen yazıyorum!) “Sansür koyucu yasakları koyar
ve siz onlara karşı bir şey yaparsanız o da sizi yakalar ve hapse atar. Mesele
sansürü de aşan bir şey yapmaktır. Sansür o zaman sizi göremez.”
Son yıllar için, devleti konu dışı bırakıp, politik iktidarların sinema
sanatıyla olan ilişkisine bakmak gerekir. Çünkü onların bir sanattan çok bir
“araç”a ihtiyacı vardır. Onların sinema sanatından bekledikleri şey, tam da “TRT
Belgeseli”nin yaptığıdır. “TRT Belgeseli” diye bir format, “özerk TRT kurumu”nun(!)
tüzükleriyle biçimlenmiş bir sonuçtur aslında. İstenen tek şey yurdumuzun tarihi
ve doğal güzelliklerini insanımıza ve tüm dünyaya tanıtmak olmalıdır! Bunun
ötesi abesle iştigaldir! “Kültür” ve “Turizm”in aynı bakanlık çatısı altında
olmasının bir nedeni de budur aslında. Kültür bir işe yarayacaksa turizme hizmet
etmeli ve yurduna daha çok döviz kazandırmalıdır! Bunun aksi arabanın tekerine
çomak sokmaktan başlar, ihanet suçlamasına kadar gider! Hatırlanırsa, Türk
Sineması’nın Batı’da en büyük ödülleri almış iki filmi, “Susuz Yaz” ve “Yol”,
aynı zamanda gösterimleri Türkiye’de yasaklanmış filmlerdir. Her ikisi de yurt
dışına kaçırılıp yarışmalara katılabilmiştir. Her ikisini “Geceyarısı
Ekspresi”nden ayıran tek şey, bizimkilerin diğeri kadar ses getirmemiş
olmasıdır.
Peki bugün? Devlet veya politik iktidarların sinema sanatına ihtiyacı var mı,
diye bir soru sorulabilir. Bence artık yok! Çünkü artık TV dizilerimiz var ve
onlar bol bol ülkemizin tarihi ve doğal güzelliklerini yurt içinde ve dışında
temsil ediyor. Üstelik etki alanımızda kalan kültür coğrafyalarında çok ucuza ve
peynir ekmek gibi de satılıyorlar. “Muhteşem Yüzyıl” gibi çıkıntılık yapan
bazıları sorun çıkarsa da, kamuoyu ve sektörel baskı onları da hizaya getiriyor.
Ticaret bakanlarımız durumdan o kadar memnun ki, işi sahne aralarına, daha çok
“Türk Malı” gösterilmesi için “shot” reklam planları ısmarlamaya kadar
vardırıyorlar!
Sinemacılar, TV sektörünün vahşi çalışma koşullarının, sinemamızın bilgi ve
insan faktörlerini her geçen gün erittiğini söyleyip, eylemler filan yapıyor,
devlete sinemanın sorunlarını anlatmaya çalışıyorlar. Ama artık işleri daha zor…
Çünkü bakmayın siz arasıra çıkan patırtıya, aslında politikacılar ve TV dizileri
aynı mecrada yürüyor. Bu mecrada sinema sanatına hem yer yok, hem de gerek yok…
Yolların ayrılmasının aslında hiçbir sakıncası da yok! Fakat önce sinemacıların
“devlet yardım etsin!” beklentisini ruhlarından temizlemesi gerekiyor.
Sinemacılarımız küreselleşmiş dünyayı dikkate alan bir proje dahilinde, bir
“Sinema Baharı” yaratamadıkları müddetçe, bir arpa boyu yol alınamayacak ve bu
düzen böyle sürecek…
Hüseyin Kuzu
NOT: Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes
tarafında izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.