Yıl 1982, lisedeyim, Eczacılıkta okuyan bir abimizle konuşuyoruz. Söz dönüp
dolaşıp sinemaya geliyor. Ben gidemiyorum o yıllarda, param yok. O her hafta
gidiyor, bilet sanırım 10 liraydı. Ama o 3 liraya gidiyormuş, nasıl yani dedim?
Üniversite öğrencilerine indirimliymiş, ben de öğrenciyim, ama indirim
üniversite öğrencilerineymiş. O niye? “Denizler Mahirler boşuna ölmediler,
abilerimiz iyi mücadele etmiş. Şimdi rövanş başladı, ama bizi o kadar
etkilemeyecek, asıl siz ceremesini çekeceksiniz. Üniversiteler kitap basar,
ucuza satar, yemek ucuzdur bizde, ama bunun rövanşı başladı, yavaş yavaş bütün
verdiklerini geri alacaklar.”
Aynen öyle oldu, sinema biletleri itinayla pahalandı, ama öğrenci biletleri daha
fazla arttı, zaman içinde de tam biletten çok az farkı kaldı. Aynısı otobüs
biletlerinde ve kitaplarda da oldu, çoğu üniversite zaten kitap basmaz oldu. Ev
kiraları ise korkunç oldu. Eskiden öğrencilere insanlar sahip çıkardı, daha
ucuza ev kiralanırdı, sonrasında kiralarla öğrenciler ev tutmaya başladı,
toplansınlar doluşsunlar eve, ödesinler diyorlardı insanlar. Gözlerimle gördüm
bu süreci ben, yaşadım yani, açlık çeken, itinayla makarnaya talim eden
öğrencilerimizi, her mahallede açılan pilavcıların nasıl öğrencilere
çalıştığını.
1970’lerde insanlar aileleriyle sinemaya giderdi, giderek sinemaya gitme yaşı
belirli aralıklara sıkıştı. Gençler gidiyor artık, tuhafı ise, mezuniyet-iş
derken barda maç keyfi başlıyor. Bir tür terfi gibi.
Öğrencilerin durumu da ilginç, çoğu internetten seyrediyor, eskiden korsandan
seyrediyordu, hala korsan dvdnin işlem hacmi yasalından çok daha fazla,
sinematek gibiler, geniş bir arşivleri var, sinema tahsil mekanları gibi.
İletişim fakülteleri de sınıflarda korsandan film seyrediyor, kitaplar ise
öğrenciler için çok pahalı olduğundan fotokopiden. Şimdi fotokopiciler zaten
üniversitenin içinde, kimsenin yasayı taktığı yok, bazen öğretim görevlileri
kitapları doğrudan fotokopiciye bırakıyor, insanlar kitap değil fotokopi okuyor,
sonra da çöpe atıyor.
Festivallere gidince oranın insanlarıyla konuşurum, filmleri nereden
seyrediyorsunuz, hangilerini…?
Yanıt değişmiyor: korsan, internet, öyle yaygın ki inanın birkaç ödül almış
filmin seyirci sayısı birkaç yüz bine ulaşıyor, ama sektöre değer aktarılamıyor,
sanatçıların bilinirlikleri internete, korsana bağlı.
Yeni Türkiye Sineması: 1) bilet fiyatları, 2) alternatif gösterim ağı, 2)
(yarı-)kamusal destekler konusunda yapması gereken çok şey var. Filmlerin
Anadolu’da çok daha etkin dolaşması, seyrettiğinde memnun olacak insanlara
ulaşması inanılmaz önemli, benim anladığım kadarıyla, sanat filmleri muhtemelen
kendi seyircisinin ancak % 10’una ulaşıyor.
Brezilya’da Cinema Novo akımını düşünelim, ancak darbeyle durdurulabilmişti, ama
bu akım ilk önce kendi gösterim ağını kurmuştu, ortalama seyirci sayısı 50
binden başlıyor, birkaç yüz bine kadar çıkıyordu, üstelik tartışmalar çok canlı
geçiyordu. Filmi sırtına vurup düzenli seyirciyle buluşacak yönetmenler bir
gelenek haline gelmeli artık. Gittiğinizde eliniz boş dönmez, yeter ki önceden
iyi çalışılsın ve yeter ki bir gelenek haline gelsin. Belediyelerin gösterim
ağına girmek zorunludur.
Belediyeler mi? Sorun halkta değil, yöneticilerde: Avrupa yakasında belediyeye
ait bir kültür merkezinde konuşuyoruz, “gösterelim Yeraltı’nı.” Bir hafta sonra,
“bizim için sakıncalıymış, uygun olmayan sahneler var.” Anadolu yakasında
belediyenin bir kültür merkezinde konuşuyoruz, “gösterelim Entelköy Efeköye
Karşı filmini, yönetmenle söyleşi yaparız.” “Telif mi diyorsun, biz telifsiz
anlamıştık, öyle bir ödeneğimiz yok.” Yönetmenlerle ayda bir söyleşi yapalım
kültür merkezinde, “bedava olursa neden olmasın.” Sinema dersleri verelim,
Anadolu yakasında çok ciddi bir talep var, “ücretsiz olursa, neden olmasın.”
Önce anlayışlar değişmeli, ama mücadele edilmezse nasıl değişecek ki potansiyel
var, iş kuvveden fiile geçirebilmekte. Pastayı büyütmeden olmaz.
Zahit ATAM
Birgün, 6 Ocak 2013
Yeni Türkiye Sineması: Ne yapmalı? (2)
Film sinemada mı izlenir?
İyi, güzel, ne hoş!
Tamam, bu ilkeyi sevelim ve elimizden geldiğince uygulayalım.
Ama şunu unutmayın, bu ilke hiçbir zaman tek başına uygulanmaz, hangi ilke tek
başına olabilir ki?
Goethe diyor ki “Doğada hiçbir şeyi tek başına ve diğer şeylerden yalıtılmış bir
biçimde görmeyiz, tam aksine her şey bir başka şeyle ilişki içindedir, önünde,
arkasında, altında ya da üstünde bir şeyler vardır mutlaka.”
Eisenstein’dan öğrenmiştim, Biçime Diyalektik Yaklaşım denemesinde epigraf
olarak alıntılamış.
Tamam, iyi hoş da, sinemada izlenecek filmin de belirli yasaları, ilkeleri,
özellikleri olması gerekir, sanatçının da belirli yükümlülükleri, erdemleri,
tercihleri, mücadelesi, varlık nedeni olması gerekir. Ama bunu hangi sanatçımız
tartışmaya hazır, bunun mücadelesini veriyor? Oraya gelince yoğun bir sessizlik,
savunma mekanizmaları hazırlıksız yakalandı, ondan sonra sıraya girsin
mazeretler.
Ne yazık, YTS kibirli bir sinemadır ve özveriyi unutmuştur, görülüyor
filmlerinde.
İkinci olarak çok üzüldüğüm bir şeyi açıkça söylemek istiyorum, tamam Tarkovski
büyük sinemacı, seyrediyoruz, seviyoruz, duyumsuyoruz, görsel benzersizliğinden
haz alıyoruz, bunlar iyi hoş da, ya Louis Bunuel, niye kimse ondan söz etmiyor?
Burjuvazinin kurumlarını tefe koyduğu için mi?
Gelsin Dostoyevski gitsin Nietzsche, ama bir de Tolstoy vardı, ona ne oldu?
Niye insanlar ve elbette hele sanatçılarımız hiç mujiklerin derdine düşmüyor?
Tolstoy ölürken kendine soruyordu ve öleceğini biliyordu: “Bir mujik nasıl ölür
acaba?”
Bunlar iyi hoş, ama elbette bazı şeylerin de bu topraklarda karşılığı var: Kaç
Tarkovski sever biliyor acaba, Tolstoy çok iyi biliyordu ki İslam Tasavvufunda,
Ortodoks aziz anlayışında ve elbette Hinduizm’de insanın ulaşabileceği
mertebeler çok da birbirinden farklı değil.
Kaç Tarkovski hayranı biliyordu acaba, onun Sovyetler Birliğinde sorun yaratan
tarafı büyük oranda dürüstlüğü ve kimseden taltif beklememesiydi? Niteliği ve
estetik güzelliği düzen için sorun yaratıyordu, yoksa yaptığı filmlerin
ideolojik söylemi değil.
Dünyada bir tek ama bir tek başka bir sinemacının hıncı, inadı, adanmışlığı,
giriştiği deney ve halkına bağlılığı açısından Yılmaz Güney’le kıyaslanabilir
mi?
Hangi marabanın oğlu Cannes’da kürsüye çıktığında, vatan hasretinden o
salondakileri göremeyecek denli içi buruklaşmıştı? Niye o insanın direnmesinin
trajik boyutlarından insanlar söz etmiyorlar da yalnızca filmlerinin
güzelliğinden söz ediyorlar?
Niye kimse Tarkovski’nin Hıristiyanlık menşeli “ve alnının teriyle ekmeğini
yiyeceksin” sözünü kendine şiar edinmiyor?
Niye kimse Tarkovski’nin ilkelerine bir kez ihanet eden, bir daha asla
idealindeki filmi yapamaz, çünkü o artık kendisi olamaz sözünü yaşam düsturu
yapmıyor, sinemada insanlar ilkeleri bit pazarında satıyor ama, ne olacak şimdi?
Maşallahı var sinemacılarımızın, Tarkovski’mi “ilkeleri onun olsun, bize onun
kopyalanacak sahneleri yeter” diye bir ilke geliştirmişler, sahneleri aralarında
paylaşıyorlar.
Türkiye gibi bir toplumda değerin mücadelesini, direnişe desteğini vermeyenin bu
toprakta kalıcı sevdaya konu olması yalandır, ama bakıyorum da bir sürü
sinemacının hayatına ve sanatına bakınca şu çıkıyor ortaya: yarınlar sizin
olsun, bugünler bana yeter!
Sevdalara düşesiler, bari sevdasız olmanın acısını çekin gayri, en azından biraz
inandırıcı olsun.
Tutku olmadan, direnişsiz ve perdede beliren siluetlerin arkasında gizlenen
insanların ODTÜ direnişinde payı olmayınca, onların sofrasında da yeri pek
olmuyor. Parayı, unvanı, payeyi veren düdüğü çalarla sanat olmuyor.
Açıkça söylenmeli, sevdalara düşmeyenin şiiri de olmuyor. Bize Üçüncü Yeni
gerek.
Bir insanı mı inceleyeceksin, seçme eserleri yetmez, toplu eserleri gerekir.