Ağustos ayında, Zeki Demirkubuz ile Firuzağa’da Yılmaz Güney’i konuşuyoruz. Söz
dönüp dolaşıp Nihat Behram’ın kitabına geliyor. Benim tezim Behram ile Güney
arasında gerçek anlamda bir efendi/köle diyalektiğinin işlediği üzerinde.
Demirkubuz da buna katılıyor, kölenin eseri ve tanıklıklarının Güney’i anlamak
için işlevli olduğunu savunuyor. Portrenin çıplak olduğunu belirtiyor. Şurası
önemli, buradaki köle/efendi diyalektiği bir zenginlik, bir soyluluk ya da bir
eğitimden kaynaklanmıyor. Buradaki ilişkinin zembereğinde, sanatsal yaratıcılık,
bütün zor koşullara rağmen, bir insanın direnişi en uygun mevzilere ve eserlere
dönüştürme inadı, en önemlisi de bir iç dünya zenginliği açısından ortaya
çıkıyor. Yoksa aslında diploma açısından bakarsanız ya da ailenin kökeni
açısından bakarsanız, efendi gibi duranı Behram’dır. Ve tipik bir durum olarak
Behram, yurtdışına çıktıklarında, büyük işler başarmış adam edasına büründüğünde
herhalde yediği tokadın etkisiyle, efendisinin “kirli çamaşırlarını ortaya
dökmeyi” büyük bir marifet saydı. Ama tarihin diyalektiği burada da
işlemektedir: Ortaya dökülenler, yalnızca Behram gibi bakıldığında kirliydi.
Anlatılmayanlar, ya da ortadaki gerçek çatışmayı derinliğine kavrayanlar için
bir insanın nasıl korkunç koşullarda böylesi eserleri üretebilmesi arasındaki
mesafeyi gösterdiğinden Yılmaz Güney’in gerçek bir ‘masal kahramanı olacak
denli’ işler yaptığını, nihai olarak ise inadının, isyanının, öfkesinin,
meşruiyetinin, erdeminin göstermektedir. Elimizde iki seçenek var, korkunç
koşullarda üreten, yaratan ve sevilen bir sanatçı, ya da büyük sanatçıydı ama
ipe sapa gelmez bir insandı. Aklı başında herkes için ilki geçerlidir,
ikincisini yalnızca köle ruhlulara bırakalım, onlar da kaçınılmaz bir biçimde
sanal zaferlere ihtiyaç duyacaklardır.
|
|