“Biri öfke içinde ölürse lânet ortaya çıkar.
Lânet ölümün olduğu yerde toplanır.
Onunla karşılaşanlar öfkesi tarafından yok edilecekler.”
Garez, The Grudge’den
Tarihin başlangıcından beri Doğu ile Batı arasında bazen keskin ve derin, bazen
soft ve yüzeysel farklılıklar vardır. Bu farklılıklar başlıklar altında
toplanamayacak kadar fazladır da… Batılı, yaşama hükmetmek ister mesela, Doğu
ise ölüme. Bu iktidar mücadelesi kültüre, sanata, edebiyata vesaire de yansır
çoğu zaman. Yaşanan uzun süreçler ve kültürlerin evirilmesiyle mücadele çarpıcı
sonuçlar olarak yaşamlara düşürür izlerini. Batı dünyevi hayatı sevip yönetmeye
kalktıkça sekülerleşirken, Doğu ölümle olan ilişkisinden ötürü mistikleşir,
ruhanileşir. Korku, hem yaşam hem ölüm kavramlarının birbirini kestiği kaderdenk
noktalarında bekler kültürleri. Doğulu (ölüme hükmetme refleksinden dolayı) için
gizli bir hazza dönüşürken, Batılı için ızdırab ve acı demektir. Korkunun
beslendiği en önemli gıda bilinçaltıdır. Toplumlar ne kadar güçlü bilinçaltına
sahipse korku üzerlerinde o kadar etkili olur. Bu nedenle Batı kültüründe
korkunun tesis ve tesir edebilmesi için sonradan (zorlamalarla) oluşturulmaya
çalışılan bilinçaltı, Doğu’da hep vardır.
Yukarda da belirttiğim gibi bu hayatın ve sanatın birçok alanında olduğu gibi
sinemada da böyledir. Bilin bakalım Lumierre Kardeşler’in bundan yaklaşık 100
yıl önce Paris Grand Cafe’de yaptığı gösterim esnasında izleyicilerin gösterdiği
ilk tepki neydi? Elbette korku! Meraklı kalabalık dumanlar püskürterek üzerine
gelen kara trenin resim olduğunu bildiği halde panikle yerinden fırlamış ve
soluğu sokakta almıştı. Lafı ilerletip unutmadan hemen ilk paragraftaki görüşümü
destekleyen bir ayrıntıyı vurgulamak isterim. Doğu’da yetişip sonradan Batı’ya
transfer olan sanat adamlarından Hintli yönetmen M. Night Shyamalan son ‘Korku
Filmi’ Köy-The Village’ın San Sebaistian’daki gösteriminden sonra yaptığı
toplantıda söylediklerine bakar mısınız: ‘Ben 'ürpermeyi' çok seviyorum. Yaşamın
her anında bir heyecan olduğuna inanıyorum. Bu nedenle ürperti hissedemeyeceğim
bir film yapmak bana zor geliyor... Küçük yaşlarımda aile büyüklerinin anlattığı
masallarla büyüdüm ben. Küçücük bir çocukken bile büyük keyif aldığımı
hatırlıyorum. Her çocuk da böyledir sanırım. Evde de çarşaflarla filan
hayaletler yapardım, ev halkını korkutmaya bayılırdım. Sanırım gizem, bilinmeyen
şeyler her çocuk gibi benim de ilgimi çekiyordu. Sonrasında da herhangi bir
öyküyü böyle nasıl anlatırım diye düşündüm hep. Filmlerimin hepsi geniş
kitlelere yönelik. Ama doğru, burada kişisel korkuların nasıl bir 'cemaat'
olarak da var olabileceğini gösteriyor. Ya da toplumsal ortak korkuların nasıl
kişisel korkular olarak benimsendiğini anlatıyor diyebiliriz. "Köy"de herkesin
ortak bir korkusu var. Sorgulanmadan benimsenmiş. Nedeni de var kuşkusuz ama
yargılamak yerine etkilerini didiklemek benim daha çok işime geliyor.’ Buraya
kadar ters bir şey yok. Ancak esas ilginçlik sonradan geliyor. Sinemacı
Hintlinin korkuya bakışındaki perspektif, filmlerini Hollywood’da yapmaya
başlamış olsa bile ‘içindeki Doğulu’nun hâlâ ölmediğinin apaçık kanıtı: ‘Bu
benim sinema dilim. Ama aslında sevgi filmleri yapıyorum ben. İnanç da çok
önemli tabii ki, inanarak var olabiliyoruz. Öykümü anlatmak için bu türü
kullanıyorum o kadar…’
Yeryüzünün bir korku haritası çıkarılsa Batı’dan Doğu’ya doğru gittikçe
koyulaşan bir tablo ortaya çıkacaktır. Ancak bu koyuluk korkulan öğe sayısının
fazlalığından ya da korkunun coğrafik kültürlere olan etkisinden
kaynaklanmayacaktır. Tersine Batı’ya yakın plân baktığımız zaman çok daha fazla
fantastik-kurgusal, sürreel-tahayyuli korku kahramanlarının olduğunu, ancak
bunların toplumları etkilemediği gibi, Batılı insan yaşamında çok fazla bir
anlamı olmadığını da görürüz. (Kim bilir belki de bu sebepden dolayı artık
sinemadaki korku kahramanlarına işbirliği yaptırıyorlar. Fredy-Jason, Alien-Predetor
gibi…) Doğuya doğru kaydığımızda rakam sayısal olarak azalmasına rağmen etkisel
anlamda tavan yapmaktadır. Dediğim gibi bunda en önemli etken kolektif
bilinçaltlarımızdır.
Kültürler ve korku başlığının altındaki en çarpıcı örnekler sanırım sinema ve
edebiyat alanında vardır. Kanaatimce Batı edebiyat ve sinemasının (edebiyat ile
şimdilik işimiz yok) en etkili filmleri korkuya yakın gerilim içerenlerdir. Bu
noktada korku ile gerilim arasındaki inceliği vurgulamakta yarar vardır. Doğulu
insan gerilmeyi bilmez. Zira gerilme şaşırma içermez. Milim milim artan
adrenalin ve strese bağlı nabız artışı demektir. Doğu insanında bu yoktur.
Korkunun ani iktidarı ve sonuçları vardır. Bu da öyle çok fazla koşup
uzaklaşacak kadar itici değildir. A. Hitchcoock filmleri her ne kadar ‘korku’
başlığı altında yutturulmaya çalışılsa da şahane birer gerilim filmi
örnekleridir. Zaten büyük usta Truffaut’ya bunu örneklerle anlatmıştır. Zombiler,
mumyalar, canavarlar, psikopatlarla örülü Batı dünyasının korku kültürüyle,
Doğu’nun mistik ve gizemli korku öğeleri arasında kıyas kabul etmeyecek derecede
derinlikli bir uçurum vardır. Bugünlerde ülkemizde gösterilen Takeshi Kitano’nun
Zatoichi’si ile Blade serisinin son filmini karşılaştırmalı izlerseniz, sanırım
ne demek istediğimi çok iyi anlarsınız.
Hazır laf Japonlara gelmişken, sinema açısından çok önemli bir gerçeği burada
vurgulamak isterim. Baştan beri söylenegeldiğimiz Doğu ile korku kültürü
arasındaki bu sıcak ve içten ilişki, ne yazık ki sinemayı batılılar kadar iyi
kullanamadığı için çok fazla ifade edilemiyordu. ‘Du’ diyorum zira, özellikle
Uzak Doğu sinemasının görsel ve ses efektini en az Hollywood kadar iyi
kullanmaya başlamasından sonra bu fark hızla kapandığı gibi, Batı sineması hızla
bir Doğulu konsept ve beyin transferine sahne olmaya başladı. Bunun en çarpıcı
örneği ise Japon, Hong-Kong ve Kore filmleri. Özellikle korku alanında neredeyse
çekilen her Uzak Doğu filmi Hollywood tarafından (Çünkü Amerikalılar altyazılı
film izlemeyi sevmezler!) tekrar çekiliyor. Birkaç yıl öncesine kadar bu rakam
çok cüzi iken, artık sayısını kimse bilmiyor. İşte son örneğini Aralık ayında
gördüğümüz ‘Garez-The Grudge.’ Batı -film- dünyası bu filmden o kadar etkilenmiş
ki, Takeshi Shimuzu’nun 2000 yılında video piyasası için çektiği bu filmi 2000
yılında metüvazı olmayan bir prodüksiyonla tekrar filme çekildi. Spiderman,
Herkül, Darkman gibi fantastik filmlerin yönetmeni Sam Raimi, ‘Ju On’u (The
Grudge’un video piyasası için çekilen edisyonunun adı buydu çünkü) izledikten
sonra ‘hayatında en çok korktuğu film’ ilan etmesi korkunun Doğu’dan başlayan
fetih yolculuğunun son noktasıydı.
Bugüne kadar sadece meraklı birkaç oryantalistin dikkatini çekip, seyahatnamesi,
hatıratında betimlediği, dünyanın bir ucunda, minimal yaşamları etki altına alan
korkular, sinemanın teknolojiyle izdivacı dolayısıyla hareket geçmiş, nihayet bu
işin kalbi olan Hollywood’un stüdyo burçlarına bayrağı dikmişti.
Doğu bir yandan kendi makûs talihiyle uğraşadursun, korkunun yönettiği sanatı
(sineması) dünyayı etki altına almaya başladı. Şimdi kim bizlere Pang
Kardeşlerin, Takeshi Miike’nin, Hideo Nakata’nın, Ji-Won Kim’in o kanları
donduran korku filmlerinden sonra ‘Fredy ile Jason’u izletebilir ki? Sinema
bumerangı ilk geri dönüşü korku filmi türüyle veriyor. Hollywood kendi silahıyla
vurulmaya başladı artık!